| Muhammed 
          Şemseddin Yeşil Efendi Hazretlerinin Alem-i Cemale Teşriflerinden sonra, 
          hakkında yazılan yazıların bazıları :
 
   ŞEMS-ÜD-DİN 
          YEŞİL EFENDİ ...Nizamettin 
          Nazif Tepedenlioğlu
     Türkiye 
          tertemiz ruhlu, son derece iyi yetişmiş, çoşkun vatansever bir aydınını 
          kaybetti. Türk Milleti teselliye muhtaçtır.
 İslam Alemi asırlar içinde pek ender yetişir, 
          omuzdaşları parmakla sayılacak derecede az ve nurlu yüzü, fani dünya 
          ölçüleri ile de güzel bir ulu irşadçısını kaybetti.
 İslam Alemi asırlar de teselliye muhtaçtır.
 İslami ululukların vecidli imanı,gerçekler gönülü, 
          ilimlerin ermişi, iyi duyguların ve iyi niyetlerin ve erişilmesi çok 
          güç ve nice faziletlerin haşmet aramamış olan ve veliahdı tasavvur edilemez 
          hünkarı Şemsüddin hakikaten bir Şems-üd-din idi.
 Dinin Şems'i , yani İslam dininin güneşi.
 Arkasında bıraktığı boşluk korkunçtur.
 Gizleneceği vatan parçasının bir ziyaret gah-ı 
          enam alacağına benim hiç şüphem yok. Kimseninde olmasın.
 Mübarek naaşı mezarına girdiği anda türbesinin temel taşı olacaktır.
 Fazl-ı muhterem Şemsüddin Efendi hazretleri 
          benim en aziz ahibbamdan pek saadık bir dostum olarak Alem-i Ukba'ya 
          rihlet eylemişlerdir. Benim için pek elem verici olan bu hadise, kendilerini 
          tanıyışımın tam kırküçüncü senesine tesadüf etmiştir.
 Yıl 1925.
 İnsanların ve ne demek istediklerinin pek güç 
          anlaşıldığı, yahut hiç anlaşılmadığı, anlamak istenmediği bir terör 
          devrindeyiz.
 Bir gün gazetelerde İstanbul, pek genç bir din 
          adamının, adate kellesini cellad elinden kurtarmağa zorlanmış gibi bir 
          acı durumda olduğunu öğrendik. Bu genç din adamı, gerçekten de zülf-ü 
          yara dokunacak derecede sarp ve muhakkak ki pek zamansız bir fikir çıkışı 
          yapmıştı. Yakalanmış, hapse atılmıştı.
 İstiklal Mahkemesinin görev çevresine giren 
          "suç"u(!), yıldırım hızı ile tamamlanabilecek bir formalite 
          ile onu korkunç bir akıbete sür'atle ulaştırabilirdi.
 İstanbullular çok üzülmüşlerdi. Bütün İstanbul'u 
          bir anda kavrayıp yıkmış, kavurmuş öyle müdhiş bir haber tarihi şehirde 
          çok görülmüş, olağan şeylerden değildir.
 ... Ve an fazla üzülmüş olan da hiç şüphesiz benim pek sevdiğim Salih 
          Hocaydı.
 Erzurum'un, İstiklal Savaşına çok büyük emekleri 
          karışmış olan merhum ve mağfur ve asil evladı ve eski mebusu Salih Hoca 
          Efendi, bir gün matbaaya gelip karşıma yeisle çökmüş ve o benzeri görülmemiş, 
          tahrirli, yakut yeşil gözlerini gözlerime dikerek sormuştu :
 - Ola evlat ne dersin ? Ne olur sonu ?
 Ben, sanki çok şeyler biliyormuşum gibi eda 
          ile cevabı bastırmıştım:
 - Kurtulur.
 İşte bu tek sözüm üzerinedir ki bir gün, hakıykaten 
          kurtulduktan sonra genç Şemsüddin ile beni tanıştırmıştı.
 Bu tartışmaya sahne olan yer, Salih Hoca'nın Yeni Postahane civarındaki 
          o halı, çorab, örgü yumakları falan filan satılan dükkanıydı.
 İnsanlıkta ve İslamda bir ulu Kemal kutbu olan büyük vatansever ve azametli 
          milli mücahit Yeşilizade Salih Efendi hazretleri, milli savaşın çeşitli 
          devrelerinde, mal olarak, gıda maddesi olarak, nakid para olarak çeşitli 
          savunma topluluklarına vermiş olduğu yirmi üç bin altunun her biri nal 
          gibi büyük üçer beşer mühürle tasdik olunmuş senedlerini Türk Maliyesine 
          gösterip :
 - Ödeyiniz alacaklarımı !
 Dememiş olan gani ruhlu bir insandı. Bana bahsetmiş olduğu candan ve 
          yürekten samimi dostluk, hayatımın en büyük kazancıdır.
 İşte o tanışmadan sonra muhreterem Salih Efendi 
          hazretlerinin hayatında ve rihletinden sonra Şemsüddin Yeşil ile inançla 
          arkadaş ve inançla dost olmuştuk.
 Yanık ilahilerle kanadlanan sandukanın üzgün 
          gönüller üstünde yüzerek geçtiği yola gözlerimden damlıyan yaşlar işte 
          böyle bir dostluğun pınarındandır.
 Silivri Kapu'nun tam karşısında, mezarlar arasından 
          geçen tozlu yolu ben çok iyi bilirim. Çünkü bu yolun solundaki mezarlıkta; 
          aileme aid beş kesik baş üzerine dikili kitabe taşları gelip geçenlere, 
          fena aleminden tozlananlara da uhra kokuları soluyanlara da "ferade 
          ferade ", selamlar sunar.
 Onlar benimdir. Onlara ben bakarım. Bundan kelli 
          o yolla aşinayım.
 Fakat Seyyid Nizam Cami-i Şerifi'ne ancak üç 
          kez uğrağım olmuştur.
 İlkinde, İrfan ikliminin bir hakaanı olan Yeşilizade Salih efendi hazretlerini 
          uğurlayanlar arasındaydım.
 O gün annesinin mezarı başında " talkın " verirken bu rahmetli 
          Şemsüddin efendinin
 -Yaa Üm ( ana ) ! Üm !
 Diye oraları güm güm öttürmüş olan sesi hala kulaklarımdadır.
 Üçüncü olarak da işte ulu hazretin kendisine yol arkadaşlığı ettik.
 
 Allah rahmet eyliye .
 Yeni İstanbul , 12 Temmuz 1968
   
   İnsanlığın 
          büyük kaybı:YEŞİL HOCA
 Doç. Dr. Süleyman Yalçın
       Geçen 
          haftanın ortasında Topkapı Surları ötesindeki Silivrikapının tozlu ve 
          münzevi yollarında kalabalık bir cemaat toplanmıştı. İkindi sıcağı altında, 
          yaşlı çehreler ve yaşlı gözleriyle bu insanlar Şemseddin Yeşil Hoca'ya 
          son vazifelerini yapıyordu. Etyemez'in bu hamdar hatibi ve İstanbul'un 
          meşhur vaizi Şemseddin Yeşil vefat etmişti. Zamaında İslami anlayış 
          ve hassasiyette yeni bir mektep ve bir ışıklı pencereyi açan Hoca, fani 
          dünyadan Baki Aleme göçerken kendi açtığı mektebi kapatıyor, ışıklı 
          penceresine karanlıklar çöküyordu.      Eski 
          bir tarihti       Onu 
          delikanlılık devremin ilk uçarı ve kararsız yıllarında, takriben 25 
          sene öncesinin İstanbul'unda tanımıştım. Bütün dini tedrisatın ve neşriyatın 
          hükümet emriyle yasaklandığı bir devreydi. Türk Maarifinin genç dimağlara 
          dine karşı istihfaf ve imana şüphe tohumlarının ekildiği bir çağdı. 
          Camilerimizde dini konuşma ve hutbeler, kuru kelimeler ve kifayetsiz 
          ağızlarla yapılıyordu.Medresenin son yetiştirdiği hoca tiplerinden bazıları ya hiç konuşmuyor, 
          veya konuşanlarıda çok kısık sesle ifadeyi meram ediyordu. Böyle bir 
          zamanda, aile ocağımda edindiğim bilgi ve iman kırıntıları ile okuldan 
          devamlı olarak bana telkin edilmiş şüphe bulutlarını içimde beraber 
          besliyerek bir Cuma günü Etyemez'in yolunu tutmuştum. O zamanlar Etyemez'deki 
          camiye cuma günleri tramvaylar kucak kucak insan taşırdı. Cumbalı evlerin 
          sokaklara sarktığı dar yollarda insanlar, heyecan ve şevkle ayni camiin 
          yolunu tutardı. Etyemez'in o meşhur cumalarından birinde, erken saatlerde 
          gidip yer temin ettikten sonra,genç hatibi gördüm. Gençti, gerçekten 
          güzeldi ve tertemiz giyinmişti. Bu, o zamana kadar görmediğim bir hoca 
          efendi tipiydi. Konuşmaya başlamasıylede, alışmadığım bir ifade tarzının 
          tesirinde kalı verdim. Hakikaten konuşmasındaki ahenk insanları sarıyo, 
          güzel buluşlar ve teşbihlere İslamın ifadelendirilişi insanı hayrete 
          ve zevke sürüklüyordu. Konuşmanın ve mevzuun tesiri ile ağlamayan insan 
          hemen hemen yok gibiydi.
 Saatlerle süren bu hutbe beni Etyemez'e 
          bağlayıverdi. Lise derslerimden Biyolojinin, Felsefe veya Sosyolojinin 
          içime attığı zehirli şüphe damlaları, Etyemez'deki cuma hutbeleriyle 
          siliniyor, eriyip gidiyordu.
 Çünkü hoca, konuşmalarında sadece dini bilgi hudutlarında kalmıyor, 
          yeri düştükçe Tekamül Kanunlarından, atomların iç yapısından veya Astronominin 
          hakikatlerinden de bahsediyordu. Bu konuşmaların yüzler ve binlerle 
          gencin imani şüphelerini bertaraf ettiğine, taklidi imandan tahkiki 
          imana geçmelerinde büyük hizmet gördüğüne eminim. Etyemez'deki o devrin 
          bu cuma ziyafetlerine sade İstanbul değil, yurdun çeşitli yerlerinden 
          pek çok insan akın akın koşardı. Ve ikindi vakti yaklaşırken dağılan 
          cemaat, gelecek cumanın sabırsızlığı ile oradan ayrılırdı.
 
 Küçük mekan cemaate yetmiyordu
       Etyemez 
          Mektebi, bir zaman sonra, şimdi hatırlıyamadığım bir sebebten Aksaray'da, 
          kırık minareli harap bir camie nakletti. Rahmetli hocanın tabiriyle 
          : " Kalbi kırık, minaresi yıkık " olan cami derhal kalabalık 
          bir cemaatın istilasına uğradı. Bu küçük mekanlar cemaate yetmiyordu. 
          Bir süre sonra da hoca, Sultanahmed camiinde cumartesi günleri vaazlarına 
          başladı. Yarım safla cemaat namazı kılınan camide cemaatin kapılara 
          kadar olduğunu görmek birçoklarını şaşırtırdı.Belirli bir süre sonra, araya giren bazı tatsız olaylar onu, hocalık, 
          resmi vaizlik ve hatiplik sıfatlarından ayırdı. Bundan sonra konuşma 
          ve telkinlerini bizzat kurduğu ve yürüttüğü " Yüksek Ahlak Cemiyeti 
          "nin Etyemez'deki merkezinde yapmaya başladı. O, bir salon dolusu 
          cemaate her pazar günü akşamı, dini ve ahlaki hikmetleri vecd ile anlatıyordu. 
          Bir yandan da " Fuyuzat " isimli Kur'an Tefsirini ve Hz. Peygamberin 
          (S.A.) hayatına dair eserini tamamlamaya çalışıyordu. Bu çalışmalar 
          sırasında, daha evvel başlamış olan şeker hastalığının damarlarında 
          yaptığı tahribat gittikçe ileriliyor ve ciddileşiyordu. Öyle ki erken 
          yaşına rağmen, pazar akşamı konuşmalarında sık sık ilaç almak ve bazen 
          ara vermek zorunda kalıyordu. Bir hekim ve yakını olarak hastalığının 
          ilerlemesinden endişe ve üzüntü duyuyordum. Tıbbın elinde, değil hastalığı 
          iyi etmek, onu durdurmak için bile müessir bir imkan yoktu. Her şey, 
          her zaman olduğu gibi, İlahi Takdirin çizdiği çizgi üzerinde seyretti. 
          Kalb damarlarının rahatsızlığı, neticede onu kalb yetmezliğine götürdü. 
          Gerek rahatsızlığının sıkıntısı, gerekse toplumda tatsız ve hatta endişe 
          verici olayların üzüntüsü onu insanlardan uzak, tabiatın serinliği ve 
          yalnızlığı içinde sevdikleriyle yalnız olmayı istiyordu. Bu yüzden İstanbul 
          dışından, Çekmece sırtlarındaki mandrasında kalmayı severdi.
      Çok 
          yıpranmıştı      Hastalığı 
          onu ciddi bir hastene kontrolünde kalmaya zorladığı son iki aya kadar 
          o, fırsat ve imkan buldukça yazdı, konuştu, irşad etti. Hastaneye geldiği 
          zaman ise gerçekten ağırdı. O eski enerjik, güzel, ve hayat dolu insan 
          63 yaşına göre çok yıpranmış görünüyordu. Kalbinin yedek kuvveti hemen 
          hemen tamamen tükenmişti. O, bu halinde dahi, " Bizim zorumuz kalbimizden 
          degil, kalıbımızdan neş'et ediyor " diyordu. Hastanede sıkıntılı, 
          ızdıraplı, endişeli ve bazende ümitli günler ve haftalar geçti. Ve niyahet 
          Hoca, bu dünyadaki sayılı nefesini tamamlayıp 8 Temmuz pazartesi günü 
          ikindi vakti, sevenlerini, talebelerini, yakınlarını ve takdirkarlarını 
          fani aleminde yalnız bırakıp Baki aleme göç etti.       Kapılmamak 
          mümkün mü ?      Yeşil 
          Hoca, süphesiz herşeyden önce mümtaz bir din alimi ve hatibi idi. Onun 
          konuşmasının tesirine kapılmamak mümkün değildi. Onu Milli Emniyet adına 
          takibe gelen , tenkit niyetiyle veya Diyanet adına kontrola gelenlerin 
          cemaatle beraber nasıl vecde gelerek ağladıklarının hikayeleri hala 
          söylenir. Hocanın hitabet ve zekası, bilgi ve kültüründeki kudret, herşeyden 
          evvel çok sağlam bir hafızadan geliyordu. İnce buluşları, dağılan mevzuu 
          hiçbir zaman unutmayan kuvvetli hafızası ile dini ve edebi kültürü yanında 
          şair mizacı onun hitabetini zenginleştiren unsurlardı. Hocanın umuma 
          karşı yaptığı konuşmalar yanında hususi sohbetleride pek nefisti. Onun, 
          Sultanahmed'deki eski şekerci dükkanında uzun kış geceleri bir mangalın 
          etrafındaki konuşmalarını hala tahassürle anarım. Gecenin ileri saatlerine, 
          dışarının dondurucu soğuğuna rağmen bu sohbetlerin tesiriyle sanki bir 
          başka alemde yüzerdik.   
 ŞEMSEDDİN 
          YEŞİLAbdullah Develioğlu
       Çocuk 
          yaşta ilmiyle mesleğine intisab ile, medreselerin kapatılmasından sonra 
          açılan İlahiyat Fakültesinden me'zun oldu. İbrahim Paşa Camii'nde hatiblik,Etyemez 
          Camii'nda imamlık,hatiplik ve vaizlik yaptı. Ayrıca uzun seneler Sultanahmed, 
          Teşvikiye ve dizdariye Camilerinde va'z etti.Etyemez Camii'nde 2 saat süren bir hutbesini 
          ve Sultanahmed Camii'nde bir va'ızını dinledim. Zeka ve cesaretini takdir 
          ettim. Birkaç def'a da görüştüm, tevazu sahibi buldum.
 Kendisi; Rafızi, Şii, Alevi gibi bazı 
          töhbetler altında kaldı. Fakat gerek din kürsülerinde, gerekse yazdığı 
          eserlerde, eshab-ı basafaya bağlılığını, Hulefa-i Raşidine olan hürmetini 
          belirtti ve onları pek büyük elfaz-ı tevkıriyye ile andı. Bununla beraber 
          Ehl-i Beyt'e ve evlad-ı Ali'ye karşı meveddeti sonsuzdu. Bu ise bir 
          fazilettir.
 Eserleri: 7 ciltlik Kur'an-ı Mübin Tefsiri 
          (Füyuzat) , İslam Tarihine mebde' teşkil eden Resül-i Zişa'nın doğumundan 
          Mekke'nin fethinden Hazret-i Ebubekir'in hilafeti zamanını içine alan 
          kısım da bir cild olmaküzere iki cildlik (Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü 
          vesselam ), Zirve-i Tevhid, İslam'da Esas , Meş'al-i Felah, Okumalı, 
          Öğrenmeli, Bilinmeli gibi küçük isimlerle adlandırdığı eserleri büyük 
          ma'naları ihtiva eder.
 1954 Senesinde YAKOVAS adındaki bir metropolid 
          Nurlu Ufuklar mecmuasında İslama ve Hazret-i Muhammed'e tecavüze yeltenmiş, 
          buna karşı "Metropolid'e Cevab" ismiyle bir eser neşretmiş 
          ve mütecaviz Metropolid'i , Hazre-i İsa'ya muhakeme ettirmiştir.
 1957 senesinde dünyadaki dinler üzerinde 
          tedkık yapan bir Amerikalı ilim hey'etinin İslam dini üzerine sorduğu 
          23 suale, " Amerikalıların Suallerine Cevablar " ismi ile 
          bir eser neşretmiş, bu eserlerinde İslami hakikatleri madde madde sıralamış, 
          suali soran ilim hey'eti, kitabı takdirle karşılamış, fakat arzularına 
          rağmen, kitabdaki ağır terkibleri İngilizceye çevirmek mümkün olmamıştır. 
          1952'den irtihali olan 1968'e kadar İstanbul'da kurulu Yüksek Ahlak 
          Derneği'nin fahri başkanlığını deruhte etmiş ve bu dernekte on altı 
          yıl , içtimai ve ahlaki konferanslar verilmiştir.
 BÜYÜK İNSANLAR( 3000 Türk ve İslam Müellifi)
 
 |