Ma'nâ
ufkunda doğup gönül âlemlerini aydınlatarak, yine ma'nâ
ufkunda gurûp eden bu zatları bilmek ve bildirmek, yine
kendilerine hâs bir yetenek. Bizim onlar hakkında bildiklerimiz
ise kendi kaderimizcedir. Dedelerimiz, ''Altının kıymetini sarraf
, İnsanın kıymetini insan bilir '' demişlerdir. Bundan sonra benim
söylüyeceklerim; yine o zâtın derslerinden bir misâl
ile : '' Yenmiş meyvaların kurumuş kabuklarından duyulan kokulardan
ibârettir. ''
MUHAMMED
ŞEMSEDDİN YEŞİL EFENDİ HAZRETLERİNİN 7 cildlik '' FÜYÛZAT
'' adlı KUR'AN tefsirinin başındaki '' İNSAN ve KUR'AN '' yazısı,
kendisini tanımak istiyenler için yeterli bir tariftir.
*****
Çok büyük bir hanımefendi
olan o büyük zâtın annesi Hanife Hanım, doğumunu şu cümlelerle
anlatır :
'' Hamileliğim müddetimce
arkamda sağ tarafımda tertemiz beyaz elbiseli bir zâtın
devamlı kontrolünde idim. Başımı cevirdiğimde omuzunu ve beyaz
elbisesinin bir kısmını görüyordum.
Hicri 1322'de Muharrem'in 10. günü sabah saat 10 sıralarında oğlum
Muhammed Şemseddin dünyaya geldi. Daha sonraki günlerde, ne zaman
oğlumun salıncağını sallamak üzere yanına dönsem salıncağı sallanır
durumda buluyordum; halbuki evde yalnız idim. Bir gün zevcim beraber,
yer sofrasında yemek yerken odamızın kapısında bir zât göründü.
Elbisesinden , hamileliğim müddetince arkamda olan zât olduğunu
anladım. Zevcimle ben donup kaldık. O zât salıncağa doğru
yürüdü, uzun müddet oğlumuzun yüzüne baktı ve dönüp kapıdan çıktı.
Daha sonra, ma'neviyata âgâh olan zevcim, gördüğümüz
bu zâtın Abdülkadir Geylânî Hazretleri olduğunu
söyledi. ''
Bendeniz
bunu bizzat o mübârek hanımın ağzından dinledim.
Bir gün, Beyazıt
Sahaflar Çarşısı 8 No'da o zâtın kitapçı dükkânında
idim. Kendisi büyük, esmer, mumlu
gibi bir kâğıt çıkardı ve masanın üstüne açtı. Bu bir şecere
idi. Zevcim Adnan Selman ve şimdi hatırlıyamadığım bir kaç arkadaş
vardı. Kendisinin Abdülkadir Geylânî neslinden geldiğini
isbatlayan bu şecereyi, mübârek parmağı ile işâretliyerek,
dedelerinin isimlerini gösterdi.
II.
Sultan Murad zamanında doğudan gelen ecdadı, bugün Gerede
yakınlarındaki '' Ümmü Kemal '' tekkesinde yatmaktadır. Tekkeye
ve o yöreye adını veren o zâta ''Olgunluk anası veya
olgun kişi '' ma'nâsına gelen '' Ümmü Kemal '' lâkabı
halk tarafından verilmiş. Sefere giderken, Gerede yakınlarında
mola veren Yavuz Sultan Selim bu zâtın nâmını
duymuş kendisini dâvet etmiş, sohbet etmiş, hürmet etmiş.
Şüpheci insanlara mahsuz bir sıfat alan merâkını yenemiyerek,
bu zâtın büyüklüğünü sınama hevesine kapılmış. Söylentiye
göre, lalasıyla gizlice anlaşıp hiç kimseye sezdirmeden gece
lalasının ölmüş olduğu haberini yayıp, o zâtı cenaze
namazına çağırtmış.Namaz kıldırmak üzere tabutun başına geçen
Ümmü Kemal Hazretleri birden bire arkasındaki Pâdişaha
dönüp : |
|
''
Padişahım, Ölü kişi niyetinemi, diri kişi niyetinemi ? ''
deyince, Padişah şaşkınlıkla : '' Tabii ölü kişi niyetine
'' diyor. Namaz kılınıp bittiğinde ve tabut açıldığında, lalanın
ölmüş olduğu görülüyor ; böylece Pâdişaha ve orada bulunanlara
Allah dostlarının şakaya gelmiyeceğinin dersini veriyor. |
İşte
kökü beşeriyetin Fahr-i Ebedîsi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm'a uzanan bu mübârek ağacın meyvası Muhammed
Şemseddin Yeşil Hazretleri, yarım asır ta'tilsiz, mâzeretsiz
Hazret-i Muhammed (s.a.v.) 'in muhabbetini gönüllere aşılamış.
O'nun getirdiği Kitâbı, eşsiz bir belâgatla beyan
etmiştir. Bu uğurda ne cefâlara, ne eziyetlere katlanmıştır.
Âlem-i Cemal'e teşrif edeceği son aylarda şeker ve kalp
hastalığının en kritik döneminde sendeliyerek, ayakları titriyerek
mâ'nevi vazifesini devam ederken, yakın dostu olan doktorların
'' İntihar mı etmek istiyorsunuz Efendim ! '' diyen bakışlarına,
O , mübârek kürsüsünden tebessim ederek : '' Anlıyorum,
içinizden sizin vaziyetinizde olan bir hasta, değil kürsüye çıkmak,
yatağında bile kıpırdamaması gerekir diyorsunuz, ama ben hesabını
bilen adamın, Hakk ve hakikatı beyan etmeden senelerce yaşamaktansa
, Hakk ve hakikati beyan ederek bir saat yaşamayı tercih ederim
'' diyerek , geliş sebebini ve vazifesinin azametini bildirmiştir.
Yine
aynı doktorların kendisi için çok daha faydalı ve iyi olucağı
inancıyla hastahaneye yatması gerektiği israrlarını kırmayıp,
'' Pekâlâ, bir ayda hastahanede yatalım bakalım ''
deyip, bir ayın sonunda Cedd-i Â'lâlarına kavuşmuştur.
|
13 yaşında '' Kürsî-i
Muhammedî '' ye çıkıp elli sene nefes-i kudsîsi,
ve eşi bulunmaz eserleriyle, insanlığı aydınlatmıştır. 1947
senesinin 20 Şubat'ında çıkarmağa başladığı '' Hakikat Yolu
'' mecmuasında, daha sonrada 1948'in 22 Mart'ında neşrine
başladığı '' İslâmiyet '' Gazatesinde uzun süreler İslâm
dîninin azametini sergiledi ve yüz küsür eşsiz eser
bırakarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kaldığı kadar (63)sene
bu âlemde kalıp 1322'de İstanbul ufkunda doğan bu hakikat
güneşi 12 Rebiü'l-âhır 1389, (8 Temmuz 1968) pazartesi
günü arkasında binlerce mahsun gönül bırakıp, yine İstanbul
ufkunda gurûp etti. Türbesi İstanbul, Silivrikapı kabristanında
Peygamberimizin mübârek torunu Seyyid Nizam Hazretlerinin
cami ve türbesine giden yolun solundadır.
*** |
Muhterem pederleri Hüseyin
Efendi Hazretleri Samatya yakınında Agâhamam mevkiinde Hâtuniye
Camii imamı âlim, fâzıl bir zât imiş, vefat
ettiğinde muhterem zevcesi Hanife Hanım, 12 yaşına oğlu Muhammed
Şemseddin ve 7 yaşında kızı Emine Makbûle Nüzhet yalnız
kalmışlar.
İstiklâl
harbine rastlıyan bu yıllarda, yoksulluğun milletimizin üzerine
çöktüğü o günlerde, babaları hasta yatağında iken, ekmeğin
bile bulunamadığı bu anda bu muazzam zât okul çantasına
kuruyemiş külâhlarını doldurup, daha imkânlı olan
subay çocuklarına, onları birer dilim ekmek karşılığında verip,
hergün eve bir çanta ekmek getiriyor. Babası vefat ettiğinde
bir ev alacak kadar ticaretten para biriktirdiğini bizzat
kendisinden duymuştum.8-10 yaşlarında, âilesinin maddi
yükünü ve hayatı boyunca insanların ma'nevi yükünü yüklenen
bu zat, babasının vefatından sonra 13 yaşında Hâtuniye
Camii'ne imam oluyor. Bu ilk vazifesini üstlendiği Hâtuniye
Camii'nin tarihçesinin muhterem kız kardeşi Nüzhet Hanımefendi
şöyle anlattılar : '' İstanbul'un Samatya Agâhamam semtinde,
el emeği göz nuru ile geçimini temin eden ve sevab yapmayı
seven bir hanım saraya meshup bir zâtın yaptırdığı câmiye
teberruda bulunuyor .O şahış; ''Lütfen teberrunuzu geri alın,
ben yaptırdığım cami'in hayrına kimsenin hissedar olmasını
istemiyorum“ deyince, hanım, “ Bir şartla geri alırım, benim
içinde bir câmi yaptırırsanız” diyor. Hanım o gece rüyasında,
şöyle görüyor: Birisi ona; “ Sen neden başkasına müracaat
ediyorsun, bahçenin köşesinde altın gömülü, onu çıkar bir
câmi yaptır” der. İşte bu câmi o hanım tarafından
yaptırılmış ve Hâtuniye Camii adını almıştır.Bu muhterem
hanım da aynı arsanın bir köşesinde medfûn imiş. Birinci
Cihan Harbi öncesinde, dış mihrakların tahriki ile, bazı ekalliyet
Samatya semtinde bir baskın düzenleyip birçok vatandaşımızı
katlettiğinde; Hüseyin Efendi Hazretleri bu hâdiseden
birkaç gün önce rü’yasında bu hanımı görüyor; “ Bu hafta sen
cami’e gitme” diyor, böylece o katl-iâmdan kurtuluyor.
Maalesef bu kıymetli cami, sonradan bazı kadirbilmez kişiler
tarafından yıktırılmış. “ |
|
Babasının
vefatından sonra imâmete başladığında, 70-80 yaşındaki hocalar,
bu yaşta çocuğun arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı, diye münakaşa
etmişler ve neticede salâhiyetli mercilerce “ İlmi kabiliyeti
varsa kılınır” diye karar alınmıştır. İşte 13 yaşında kürsî-i
Muhammedîye çıkan bu zat, yarım asır İstanbul’un meşhûr
câmilerinde vazifesini sürdürmüşdür.
Osmanlı an’anesine
göre 4 yaşında ve 4 aylık iken, Besmele merasimi ile Kur’ân-ı
Kerîm’e başlayıp 5 yaşında hatm ettikten sonra Kocamustafapaşa
ve Davutpaşa’da ilk ve orta tahsilini tamamlayıp zamânının
İlâhiyat Fakültesi, İslâm Hukuku ve Mimâri tahsilini
de yapmıştır.
Zaman zaman siyasî
çıkarlı çevreler tarafından zorlanmış, meslekdaşlarının hasedine
mâruz kalmış, zulme uğramış fakat hiçbir güç O’nu bu ilâhî
vazifeyi yerine getirmekten engelleyememiştir.
Nefes-i kudsîsi
ölü kalbleri diriltirken, kaleminin nûru, her yönü ile eşsiz
eserler meydana getirmiştir. Dünyada hiçbir insan ve hiçbir eser
kalmasa, yeryüzünde hayat yeniden başlasa, O’nun eserleri insanlık
âlemine Hz.Muhammed (s.a.v.)’in asrını yeniden yaşatmaya kadirdir.
Kerametleri var mıdır, diye bana sordular, bende derim ki o zâtın
kendisi mûcizedir. Meşhûr hanım veliyye Rabiatü’l-Adeviyye
hakkında kendisinden bir kıssa dinlemiştim:
“ Bir gün Dicle nehri kenarında,
aynı dönemin meşhûr velîsi Hasan-ı Basrî, kimsenin
olmadığı bir anda, seccâdesini nehre serip üzerinde oturuyor,
onu gören Hz. Rabia da başörtüsünü alıp üstüne oturuyor, beraberce
Dicle’nin karşı sahiline geçtiklerinde, Hz. Râbia : “ Hasan
! Bu yaptığımız işmidir sanki, senin altında nehirdeki balık senden
hızlı gidiyor ve sana gülüyordu, benim üstümdeki sinek ise, benden
hızlı uçuyor ve bana gülüyordu. Sen kerâmet göstermek istiyorsan
bana meyvanı göster, kaç gönlü imân nûru ile aydınlattın,
kaç gönle Allah sevgisini koydun ?” diyor.
|
Evet,
o zâtdan bu menkibeyi işittikten ve kendisinin binlerce
gönlü,aşk-ı Muhammedî ile aydınlattığını gördükten
ve onun külliyâtını tanıdıktan sonra başka hangi
kerâmetinden bahsedilebilir ki ? Meselâ, O’nun
“ Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm” adlı
eseri bütün İslâm dünyasındaki fitneleri kaldırmaya
ve bütün mezheb ihtilâflarını halletmeye kafidir.Umûmun
anladığı ma’nâda, pek çok kerâmetinide gördüm.
Kendileri zaruret olmadıkça kerâmet izhârını
sevmedikleri için, onları zikretmekten hayâ ederim.O
mukaddes hizmetinde, Rabbine susayan kalblere bol bol
ma’rifet ve muhabbet şarabını sunarken; ecdadının ezelî
düşmanı olan şecere-i habîseye, zamanın Yezid’ine
de gereken dersi vermiştir.Her zamanın büyüklerine yapıldığı
gibi, câhil ve hasedçi çevrelerce, elinden imamlık
vesikası alındıktan sonra, bu ilâhi vazifeyi 17
sene de “Yüksek Ahlâk Derneği”nde “Ahlâk Dersleri”
adı ile devam ettirmiş, bugün de bu eşsiz konferanslar
aynı yerde, fennin hizmeti ile, teyp yolu ile devâm
etmektedir. Bunu söyledikten sonra, kendilerinin ara sıra
okudukları çok güzel bir şiirin bir beytini yazmadan geçemeyeceğim:
“ Suhanver’in eseri bir
hayât-ı sânîdir.
Giderse
dâr-ı Fenâ’dan yine sadâsı gelir.”
|
Bu
hârikulâde hayâtın bir yönü de beyân ettiği
ma’nânın kaidelerine uygun mükemmel bir tüccar olmasıdır.
Büyük dedesi Abdülkâdir Geylâni Hazretleri gibi zengin
bir zât idi ve ma’nevi vazifesi karşılığı ücret kabûl
etmezdi.
Cedd-i
a’lâları Hz.Muhammed(s.a.v.)’in sîretinde olan bu
zât-ı âlânın çok önemli bir hususiyeti de, sûretinin
dahi o zât-ı a’lâya benzemesidir. Kendisini görme
şerefine erişenler ve şemâil-i Peygamberî’yi bilenler,
bunu şeksiz, şübhesiz tasdik ederler.
Benim
bu âciz beyanım yanında rahmetli büyük şâir Muhyeddin
Râif Bey’in o zât hakkında yazdığı şiir, onun harikulâde
evsâfının bir aynasıdır.
“Çok
mudur takdîskârın olsa her zerrem senin
Sîretindir Sîret-i Peygamber-i Ahirzamân.”
Hulâsa,
o bir insân-ı ekmel’dir, Burhânullah’tır.
***
Hiçbir
siyasî partiye mensub olmamakla beraber daima sağ’ı
tutardı. 1946’da rahmetli Nuri Demirağ’ın ısrarları ile
Milli Kalkınma Partisi’nden, 1950 seçimlerinde de Demokrat
Parti’den müstakil olarak adaylığını koydu ise de, gayesi
bilfiil siyasete iştirâk değil, seçim propagandaları
sırasında radyodan birkaç cümle ile de olsa milletine Hakk’ın
sesini duyurmaktı. Yine radyoda Kore Şehidlerine okunan
mevlid başta olmak üzere birkaç mevlidin duasını yaptığında,
Anadolu’nun en uzak köşelerinden Batı Trakya’ya kadar Türk’ün
ruhundaki îmân denizini öylesine çoşturmuştur
ki, o duaları dinliyenler hâlâ unutamazlar.
Siyaset
adamlarımızın, tarihi ve bilhassa Türk tarihini çok iyi
bilmeleri gerektiğini sık sık tekrarlar, siyasîlerimizin
muvaffakiyetlerinden gurur duyar, hatalarınıda endişe ile
izlerdi. Rahmetli Adnan Menderes’i “ Türkiye bir Müslüman
devletidir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icabları
yerine getirilecektir” sözünden dolayı çok sevmiş ve hâzin
âkibetine de çok üzülmüştür. İslâmiyet Gazetesi’nin
151. sayısında, "Adnan Menderes " başlıklı yazısı,
sahib-i kalb olanlara bir atıyyedir.
|
|
İslâm’a
olan düşmanlıkları ve tecâvüzleri her an tâkip eder,
darbeyi ânında indirirdi. Meselâ: Yakovas’ın; “ Nurlu
Ufuklara “ adlı eserinde, Müslümanlığa, Fatih Sultan Mehmed’e
ve Türklüğe yönelttiği hayâsızca hezeyanlara İslâmiyet
Gazetesi’nde, “Metropolid’e Cevap” adı altındaki yazılarında (daha
sonra kitab olarak çıkmıştır) öyle perîşan etmiştir ki bir
gün İstanbul piyasasının sayılı tüccarlarından Yorgo Çilingiroğlu
geldi ve kendilerine şu ricada bulundu: “ Efendim, zât-ı
âlinize sonsuz saygım vardır bilirsiniz, bu yüzden Hristiyan
ekalliyet beni size elçi olarak gönderdiler. İslâmiyet Gazetesi’ndeki
“ Papaza Cevap “ adlı yazınızı artık kesmenizi rica ediyorlar..
‘Çocuklarımız dinlerini terk ediyor’ diyorlar.”
O
zât cevap olarak, " Sayın Çilingiroğlu, bu isteğiniz
şahsıma ait istek olsaydı derhal kabul ederdim. Ama bu iş Allah’ın
ve O’nun Resûlünün hukukunun müdafaasıdır, bunu yapamam
" dedi.
Aynı
gün Yüksek Ahlâk Derneği’nde o zâtın konferansını
ağlayarak dinleyen Yorgo Çilingiroğlu giderken elini öptü:” Efendi
Hazretleri, şimdiye kadar Çilingiroğlu’nu kimse ağlatamadı, siz
ağlattınız “ dedi.
|
Ve
yine 1951 senesinde Vatan Gazetesi sahibi Ahmet Emin Yalman,
neşrettiği bir yazısında “ İslâmiyet Gazetesi zehir
saçıyor ” diyor. O mübârek zâtın 2 Nisan 1951
tarihinde İslâmiyet’in 155’inci sayısında çıkan cevabî
yazısından ufak bir bölümü, ehl-i irfân’a arz etmek
isterim : |
“
Tarihin en eski efendisi olan necib Türk’ün kanı ile sulanan o
mübârek toprakları; bir zamanlar Ermeni Cumhuriyeti’ne peşkeş
çeken ve Ahmet Emin Yalman ismine bürünen yaman, bizim yazılarımıza
zehir demiş. Ne kadar doğru, hayatında hiçbir zaman bu kadar doğru
konuşmamıştır desek hata etmiş olmayız. Bizim yazılarımız arza
hayat veren Nisan yağmuruna benzer, o rahmet, arz ile izdivac
ettiği vakit sahne-i şühûd’da bambaşka bir tecelli olur.
İşte o yağmur, sadef’in ağzına düşerse inci, yılan’ın ağzına düşerse
zehir olur. Evet, bizim yazılarımız Hz. İnsanın kulağına düşer
onun kulağının zemzemi olur, arâzi-i kalbiyyesini sularsa,
o kalb aslını bulmak aşkıyle çırpınır, mahlûk-ı Hudâ’ya
karşı da rahmetle atar. Keza yazı ve sözlerimiz, güneşin nûruna
düşman, yarasa kuşu tabiatlı, Şems-i Hakikat-ı Muhammediyye’ye
cephe almış kara ruhlu kimselerin kulağına aktığı vakit küfrünü
arttırır, nitekim zavallı Yalman’a da bu yazılar zehir gelmiştir
...”
Bu
hâdiseden sonra Ahmet Emin Yalman’ın: “ Gazetecilik hayâtımda
tek bir kimse sırtımı yere getirdi, o da maalesef bir din adamı”
dediği söylenir.
“İnsanın
ahmak dostu olacağına akıllı düşmanı olsun” derler. Aynı Ahmet
Emin Yalman, batıdan Müslüman olmak veya Müslümanlık hakkında
bilgi edinmek isteyen bir kimseye tesadüf ederse “ Bu hususta
tek merci vardır o da Şemseddin Yeşil Hoca’dır, ona gidiniz” dermiş.
Evet, Şemseddin Yeşil Efendi’nin huzurunda 49 gayr-i müslim İslâm’ı
seçmiştir. Bunlardan birinin hikâyesi şöyledir:
Almanya’da
mühendislik tahsili yapan bir Türk genci Hristiyan bir Alman kızı
ile evlenir. İmanlı genç, hanımının da Müslüman olmasını arzu
eder. İslâm’ı telkin için pek çok yerlere götürürlerse de
kızcağız bir türlü tatmin olmaz. Nihayet birisi “ Siz Şemseddin
Yeşil Efendi Hazretlerine gidiniz” deyince o zâta gelirler.
Hristiyan kız “ Efendim, 25 senedir Hz.İsa’nın muhabbetini gönlümde
taşıyorum, bir anda onu nasıl silip atayım” diyerek ağlayınca,
o zatı, “ Kızım, sana İslâmı yanlış tanıtmışlar. Hz.İsa’nın
muhabbetini gönlünden atacaksın diye bir şey yok, Müslüman olduktan
sonra Hz.İsa’yı çok daha iyi tanıyacaksın. Bütün peygamberleri
tasdik etmeden, sevmeden hiç kimse Müslüman olamaz” diyerek ve
İslâm’ın birçok inceliklerini kendilerine anlatarak büyük
bir huzûr ve zevk ile Müslüman olmasını sağlıyor.
O
mübârek hayatın, en önemli hâdiselerinden biri
de şudur:
Boğaziçi câmilerinin
birinde, bir va’zı esnasında kendini dinleyen müsteşrik bir
papaz konuşma bitince ellerine sarılarak: “Efendim, zât-ı
âlinizden 15 dakikalık bir görüşme rica ediyorum” diyor
ve bu buluşmalarında ; kendisinin Arapçayı çok iyi bildiğini,
Kur’ân-ı Kerîm’i tedkik ettiğini, bütün İslâm
âlemini gezip en meşhur ulema ile görüştüğünü, Kur’ân-ı
Kerîm’de bir mevzû hakkında kimseden doyurucu
cevap alamadığını ifâde ettikten sonra “Zât-ı
âlinizi dinlerken içimden bir ses bu müşkilimi ancak
sizin halledebileceğinizi söyledi” der.O zât, “ buyurun
sorun” deyince, “Kurân-ı Kerîm’de Cenâb-ı
Hak bir âyette, “emaneti ehlinin gayrına vermeyiniz”
diye emrediyor ve İslâmın Peygamberi de “ emaneti ehlinin
gayrına verirseniz kıyâmeti bekleyiniz” buyuruyorlar.
Ve sonra başka bir ayette(Ahzab - 72) Cenâb-ı Hak; “Allah
emaneti bütün mevcûdata arzetti, hukukunu yerine getiremeyiz
diye onu yüklenmekten çekindiler ve onu insan yüklendi çünkü
o çok zalim ve çok cahil idi” diyor. Allah, Allah olduğu halde
nasıl olur da emanetini çok zalim ve çok cahil olana teslim
eder ? “ |
|
Şimdi,
bu suâle o zâtın verdiği cevâbı yine kendi eserinden
nakl edelim: “ Buradaki zulüm, zulm-ü memduhtur, adl’in mukabili
olan zulüm değildir, Cehil de makbul cehildir, ilmin mukabili
olan cehil değildir. O insan ki nefsinin kuvvetli zâlimi
oldu, Hak ve hakikatin gayrısının da câhili oldu, emâneti
almak hakkına hâiz oldu. Demek oluyor ki emanet-i ilahiyye;
nefislerin hayrını ayağının altına alan, Hak ve hakikatten mâadâsına
cahil olan insanda bulunuyor. Onun için emaneti kalb taşır, zira
kalb mevzi-i nazar-ı Haktır. Sahib-i kalb olanda ancak Hz. İnsan’dır..
|
Bunun
üzerine o müşteşrik papaz, aldığı cevaptan çok memnun: “Efendim,
evlâdınız yok mu ?” deyince o zat-ı ala “ Henüz evli
değilim ” diyorlar. “Hayır, onu demek istemedim, sizin gibi
zâtların çocuğu etten, kandan olmaz, eseriniz yok
mu ? demek istedim. Bu ilmi beraber mi götüreceksiniz, beşeriyetin
istifadesine sunmayacak mısınız ?” diyor ve eserlerin yazılmasına
sebeb oluyor.
Bu
fâni âlemden, Bekâ âlemine geçtiğinde,
bizlere muhterem zevceleri Fikret Hanımefendi’yi ve Hüseyin
Ezan isminde edeb ü vefâ ve fazilat timsâli
bir evlad bırakmış ve o mübârek zâtdan da bugün
Muhammed Şemseddin, Ali Akdes ve Ahmed Seccad isimlerinde
erkek evlâdları ile Fâtıma Nûr Hadrâ
isminde bir kız evlâdı dünyaya gelmiştir.
Hanedan-ı
Ehl-i Beyt-i Mustafa’yı sevmeyen
Esfel-i süfliyyete nadan gelir nadan gider.
Allah bizleri
Resûlünden ve evlâd-ı Resûl’den ayırmasın.
Âmin
|
UMRAN
SELMAN
1995-Ocak / İstanbul
|