FÜYUZAT
İymânında
şek ve şübheyi kaldırıp, taklidden kurtularak, nefsini rûhun dizginleriyle
terbiye edip teslîm alan, nazargâh-ı ilâhî olan vahdethâne-i kalbi,
mâsivâ putu ile doldurmayıp Hak ile huzûr bulan, likaullah aşkı ile
sayılı nefesini tüketen kuluna :
"Ya eyyetühen-nefsül-mutmainnetü.
Irciî ilâ rabbiki radıyeten merdıyyeten. Fedhuliy fî ıbâdî. Vedhuliy
cennetî"
Fermân-ı ilâhîsindeki işaretiyle:
" Ey sahte benlikten soyunup, esbâba
değil de, sebebleri halkedene hakkîyla teslim olan kulum! Sen dünya
denilen âlem-i imtihanda Rabbinden hoşnûd, Rabbin senden râzî olarak
yaşadın. Kudretle azamet yarışına kalkmadın. Nazar-ı hakîkatte meşhûd
olan Hak'dır diye iymân ettin. Âh almadın, kalbin bütün mahlûkata karşı
rikkatle çarptı. Elbette bunun mükâfatını görecektin. Bana gel, sevdiğim
has kullarımın arasına gir. İşte Cennet-i Sıfâtım, işte Cennet-i Zâtım..."
da'vet-i Sübhânîsini merhamet-i İlâhîsi ve eltâf-ı Sübhânîsiyle ihsân
eden Allahıma hamdederim.
Zât-ı Ahadiyyet Cenâb-ı Ahmediyyetine fethedilmiş, Nefs-i Nâtıka-i Kâinâtın
Kalbi, makam-ı şefâatin sâhibi, düşmanına dahi merhamet elini uzatan,
beşeriyyeti ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz zulmetten nûra çıkaran Resûl-i
Ekrem'e, Âline ve eshâbına salât ü selâm ederim.
Cenâb-ı Hak hubb-i Sübhânîsiyle bu mufassal
kâinatı halketmiş ve bu mevcûdât içerisinde esrâr-ı zâtiyyesine ve sıfat-ı
İlâhîsine âgâh ve Zât-ı Sübhânîsine muhâtab olabilecek isti'dadda, cemâl
ve celâl sıfatlarına mazhar kılarak, rûh-u menfûh ile tekrîm ederek,
keremnâ tâcını giydirerek(insan) sınıfını halketmiştir. Bu sınıfta insân-ı
kâmil, icmâlen ve tafsîlen bütün eşyânın hüviyyetidir.
İnsanlara ıstıfa kanunu ile kendisini
beyân içün ve hilkatteki gâyeyi, bu âleme geliş ve gidişteki ma'nâyı
duyurmak içün de Enbiyâ'yı göndermiştir.
Enbiyânın sertâc-ı ibtihâcı ve burhânullah
olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı da:
"Ve
ma erselnake illâ rahmeten lil'alemiyn"
Fermân-ı Sübhânîsiyle âlemlere rahmet
olarak gönderdiğini beyân buyurmuştur.
Böylece O'nun rahmetinin mutlak olduğunu
duyurmuştur.
"Hüvellezi ersele resulehu bilhüda
ve diynil-hakkı liyuzhirehu aleddiyni küllihî ve lev kerihel-müşrikûn."
Nazm-ı kerîmi ile ve :
"Vallahü ya'sımüke minennâsi."
Fermân-ı celîli ile: Kaadir, Muktedir, Kayyûm
olan Allah'ın, Habîbini ne şekilde techîz ettiğini, vikaye-i ilâhîsinden
nasıl zırh giydirdiğini, menba'-ı Hudâ olan bir Kitab ve hak ile bâtılı
fark edici bir Dîn ile gönderdiğini, ve bu dînin, hak ve hakîkatı örtenler
patlasa, îmânı bir nefsâniyyet mes'elesi yapanlar çatlasa, Allah ile
azamet yarışına çıkanlar bunalsa; ilmen ve aklen bütün edyâna galib
geleceğini sarahaten beyân etmiştir.
"Ve kefâ billâhi sehiyden mühammedün
resulüllah."
Emr-i Sübhânîsiyle de, Allah'ın O'nun
risâletine hakkıyle şehâdet etmesi kâfidir buyurulmuşdur.
Ehl-i insaf ister teslîm olsun ister olmasın Kur'ân'ın azameti karşısında
boyun kesmek mecburiyyetindedir.
İşte Cenâb-ı Peygamber bu kitâbın her
âyetinin şeref-i nüzulü içün şöyle buyuruyorlar:
Nâzil olan âyât-ı Kur'aniyye'den hiçbir âyet yoktur ki; o âyetin (zahrı)
ve (bâtnı) olmasın; ve her (harfi) içün (had) ve her (haddi) içün (ıttıla)
olmasın."
İmdi Kitâbullah'ın ıttıla'-ı zâhirîsinden
alınan ma'nâya tefsîr, ıttıla'ı bâtınîsinden dînin hakîkatı, ma'rifetin
yakınlığı üzere alınan ma'nâya da te'vîl derler.
Te'vîl hakkı ilimde rüsuh bulan zevât-ı
âliyye içündür ki Cenâb-ı Hak "Verrâsihûn" kelime-i celîlesini
ilmullaha atfederek Kitâbullah'ın ma'nâ-yı enfüsîsini bildirdiği sınıfı
ayırmıştır.
Kitâbullah'ın gerek zâhirinden, gerek
bâtınından her müntehâ içün bir makam-ı ıttıla' vardır. Hadîs-i şerifdeki
had: Kelâmın ma'nâsı cihetinden fehmin nihayetidir. Bunların biriyle
amel ettikten sonra Cenâb-ı Hak ikincisinin ma'nâsını açar. Bir hadîs-i
şerîfde: "Kim ki bildiğiyleamel ederse, Allah bilmediği ilimde
onu vâris kılar" buyurulmuşdur.
Esrâr-ı ıttıla'ın makamı ise çok büyük olduğundan her his ona yaklaşamaz,
o daireye duhûl için:
"Lâ yemessühu illel mütahherun"
âyetini iyi bilip enfüsde ve âfakda tamamıyle temiz olmak şarttır. Nâpâk
olan gönül mahrem-i esrâr olamaz.
Şu cümleleri hulâsa edecek olursak; Kur'ân-ı
Kerîm yalnız elfâz-ı şerîfesine bakılıp da hemen ma'nâ verilecek bir
kitâb-ı şerîf değildir.
Zîra o büyük Kitab lâfzan Arabca ise de
ma'nâsı Allah'cadır. Kezâ ehâdîs-i şerîfe de öyledir. Lâfzı Arabca ise
de ma'nâsı Muhammed'cedir.
Binâenaleyh, elfaz, ma'nâ-yı Kur'ân-ı
gösteren münevver bir âyînedir. Kur'ân'ın inceliklerini anlatmak içün
Hak ile ünsiyyet ve Hazret-i Muhammed'e kendisini sevdirmek şarttır.
Burada şunu arzedeyim ki:
"Men
fesserel kur'ane bire'yihî fekad kefer"
hadîs-i şerifini ba'zı kimseler yanlış anlamışlardır... Murâd-ı Nebî
şudur :
"Âyât-ı ilâhiyyeyi ahkâm-ı nefsânîsine mağlûb olup, kendi arzularına
muvâfık bir şekilde tağyîr ü tebdîl etmek sûretiyle tefsîr etmek küfürdür."
Yoksa kendisinin abd-i mahz olduğunu ve
ihlâs-ı tâm sâhibi bulunduğunu duyan hermü'minin Kur'ân sofrasında hissesi
vardır ve aldığını ümmet-i Muhammed'e söylemekliğe me'zundur.
Onun içün Kitâbullah'dan meâl çıkarılır.
Herkes hissesi kadar nasîbini alır. Meselâ bir kimse evine istediği
kadar denizden su alabilir, fakat denizin hepsini çıkarabilir mi? Halbuki
ma'nâ-i Kur'ân ona da benzemez. O, ma'nâsı ile urefâyı, elfâzı şle füsehâyı
hayrette bırakmış kitâb-ı celîldir. O'nun hitâbı rûhadır. O'nun âyetinin
her tekerrüründe ayrıca bedîalar gizlenmiştir.O, meâlînin, fezâilin,
mekârimin menba'ıdır.
Ey
hakîkat yolcusu !
İnsanın mevcûdât içerisinde zâhirde eşref-i
mahlûkat olduğunu ayıran sıfatı, (nutk) olduğu gibi, ma'nâda da (ahkâm)dır.
İşte Kur'ân o ahkâmın hazînesidir. Onun âyetleri nâzil olurken o günün
fesâhat ve belâgat sergisi olan Kâ'be'nin duvarından en yüksek füsehânın,
şuarânın sözleri birer birer düşüyordu. Meselâ Nûh tûfânına taallûk
eden:
"Ve kıyle ya ardu übleıy maeki"
"Ey arz suyunu yut" ve :
"Ve ya semaü akli'ıy ve ğıyzel maü"
"Ey semâ suyunu tut denildi ve su kesildi"
ma'nâsını beyân eden âyet-i celîlesi nâzil olunca (İmreülkays)'ın kız
kardeşi: "Artık bu fesâhat ve belâgat
gözüktükten sonra Emîrüş-şuarâ kardeşimin şi'ri de meydân-ı iftiharda
durması ayıbdır" demiş, Kâ'be'nin duvarından indirmişti.
"Ikra' bismi rabbike..."
sûre-i celîlesini, Füsehâ Kâ'be-i Muazzama'da görünce gelip İslâm'a
girmeye başlamışlardır.
O öyle bir Kitab ki: On üç, on dört asır
geçtiği halde, bütün cihânı, Şarkı da, Garbı da kendisiyle meşgul etmiş,
hakîkî ilim adamlarını muhakkak karşısında hörmetle eğdirtmiştir.
Jules Barthelemy Saint-Hilaire Muhammed ve
Kur'ân unvanlı eserinde şöyle söyler:
"Kur'ân-ı (Kerîm) kabil-i kıyâs olmayan
bînazîr muazzam bir Kitâb-ı Celîldir. Kendi güzelliği bütün âlemin verdiği
re'y mu'cibince mevzuun azametiyle beraberdir. O okunduğu vakit O'nun
câzibesi karşısında ihtidâlar çok olur. Daha ma'nâ fikirlere gelmeden
kalbler onun cezbesi tahtında kalır.
Beşeriyyetin bütün tarih-i dînîsinde buna
benzer bir şey görmedim ve göremem. Onun içün o Kitâbın Allah kelâmı
olduğuna kolaylıkla inanılır.
Yalnız bu Kitâbın şu'le-i nûrâniyyesi
tercümeler vasıtasiyle daha az parlak gözükür, hemen sönmüş gibi olur..."
Stanley
Lane-Poole de diyor ki:
"Hiçbir kalb sâhibi bu şâyân-ı dikkat
Kitâbı heyecansız okuyamaz. O Kitâbın kalbi bütün beşeriyyet üzerine
te'sîri âşikâr olan Hazret-i Muhammed'dir ..."
Beynelmilel ilmiyle büyük bir şöhrete
sâhib olan Dr.J.-C. Mardrus'un şu cümleleri de Kur'ân-ı Mübîn hakkındaki
beyânâtı arasındadır:
"Faite sur la demande des Ministeres
de l'Instruction Publique et des Affaires Etrangres Quant au style du
Koran, il est le style personnel d'Allah. Comme le style l'essence de
l'être, il ne saurait être ici que divin. Et, de fait, les écrivans
mème les plus sceptiques, en ont subi la fascination. Son emprise est
encore telle sur les trois cent millions de musulmans du globe, que
les missionnaires étrangres s'accordent â reconnaître qu'on n'a guère
pu produire jusqu'aujourd'hui un seul cas avéré d'apostasie musulmane.
Tant il est vrai que le verbe bien conduit est la seule vraie magie."
"Kur'ân Allah'ın kendi şahsî üslûbudur,
bir lisandan diğer bir lisana intikal edemez..."
*
Zaman
ve mekân taayyünâtından, ervâh u eşbâhın halk ve icâdından mukaddem;
kâlen ta'rîf ve tavsıfe, hâlen keşf ü îzâha sığamayan, mertebe-i lâ
taayyünden, ya'ni nûr-ı zât-ı lâ yezelîden halkolan, hakîkat-ı Muhammediyye
vasf-ı cemîli ile mevsûf bulunan Nûr-ı Mübîn-i Ahmedî'yi halkeden Allahü
Teâlâ'nın ikrâm u ihsânı, Dergâh-ı Ahadiyyet'in tercemânı, La Ömrek
Sarâyının husûsî misâfiri, Resûllerin Seyyidi, Beşeriyyetin Fahr-i Ebedîsi
Resûl-i Zîşân'ın şefâati ile Kitâb-ı Mübîn'in meâl-i âlîsinin tefsîrine
başladım, tevfik Allah'dan ...
"Kur'ân
okuduğumuz zaman sizinle kelâmım arasına umûr-ı mâsiva karıştırılmasın."
Kur'ân'ı
huşû' u hudû' ile okuyabilmek için tahâret-i lisan şarttır. Lüzumsuz
konuşmak, gıybet, bühten, dedikodu lisânı kirletir. Onun içün Kur'ân
okunurken istiâze edilir, Allah'ın fazlına sığınılır.
Ey inananlar ve istikbâl inananların olduğuna
inananlar !
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki :
"Benim sıfât-ı İlâhiyyem olan Kelâmullahı
ya'ni Kitâbımı okumak istediğin an, ona muhâtab olmaya niyyet ettiğin
zaman, "ben Allah'ın rahmetine ilticâ eder; kalbimi, nefsimi Allah'ımın
fazl u rahmetine ilsak eylerim" diye, rahmet-i İlâhiyye'den koğulmuş,
uzaklaştırılmış Şeytan'dan bana sığın."
İnsan Rabbisinin huzûr-ı müşâhedesinde,
füyûzât-ı İlâhîsinde müstağrak kalmasına mâni' olan bilcümle şeyden
Hak'ka ilticâ(istiâze)dir. Bu da ma'rifetullah ile olur. Çünkü Şeytan
ancak ârifin kalbinden korkar.
Ârifin kalbinin semâsında doğan şems-i
hakîkat-ı Muhammediyye Şeytan'ı yakar ve uzaklaştırır.
Kul Rabbisine bu şekilde duyarak istiâzesini yapınca, Cenâb-ı Hak: "Korkma!
İsmimi an, Bismillâhirrahmânirrahıym, Rahman ve Rahıym olan Allah'ın
ismi ile işe başlıyorum" de buyuruyor. Onun içün Besmelesiz işe
sonsuz iş denir.
Besmelede üç ismin, Allah, Rahman, Rahıym isimlerinin beraber zikrolunmasında
üç cins kula işaret vardır:
1
- "Feminhüm zalümin linefsihî"
2 - "Ve minhüm muktesıdün"
3 - "Ve minhüm sabikun bilhayrati."
Biliniz
ki: Besmele-i Şerîfedeki üç isimden biri ism-i Celâl olan "Allah"
lâfzı; ism-i zâttır. İkincisi ism-i Kemâl ki: "Errahmân",
ism-i sıfattır. Üçüncüsü: İsm-i Cemâl ki: "Errahıym", ism-i
ef'aldir. İşte bu Besmeledeki esmâ ile âlem vücûda gelip mevcûd olmuştur.
|