Mukaddime
Ey hakikat yolcusu! İman ile irfanın farklı vardır.İman, mukallidde de bulunabilir, fakat irfan bulunamaz. Mukallidden maksad: Mirasyedi şeklinde, hakikatini anlamadan, aramadan, gönlünde zevk hasıl olmadan babadan kalma mü'mindir. Bunların imanı sahih mi, değil mi, diye uzun uzadıya eserler yazılmış, sözler söylenmiş, en nihayet: " Münkirin birkaç telkıni ile yıkılamayacak şekilde olan takliden iman sahibinin de imanı sahihdir " neticesi alınmıştır. Yalnız bu gibilere irfan-ı ma'nevi tklif olunmaz. İşte, Allah'ı beyan eden bu Kitab-ı Kainat, havassımızla idrak edebildiğimiz, edemediğimiz bu muazzam alemler yok iken, henüz kader nakkaşı semavatın tezyinatını vurmamışken, ne felek meş'alesi, ne melek velvelesinden haber yok iken, ne eserden, ne esirden hiçbir şey bilinmeziken, ne cennet'den , ne cehennem'den,ne saidin seadetinden, ne şakinin şekavetinden hiçbir eser mevcud değilken ( Kul hüvallahü ehad ) nida-i sübhanisinde secdede bulunan Mazhar-i Kainat Hazret-i Muhammed'e (aleyhissalatü vesselam) iman, Allah'a imandan güçtür. Zira Hakk'ı inkar eden de tasdiktedir. Çünki bütün mevcudat daima acizdedir. O halde bize tabi olmakdan gani, mafevk kudret meydandadır. Mahlukatın en şereflisi olan insan, birçok şeyler yaparım der ve birçok şeyleri de Kudret bu sınıfın elinden sahne-i aleme getirdir. Bununla beraber bir cihetden de insan acz içinde kıvranır. Mesela dağları yarar, denizin dibinde yürür, arzın semasına çıkar, diğer tarafda henüz gözle gözükmeyen ufacık bir mevcud, "mikrop" denilen mahluk, kendisini ezer. Yine o insan, başında aklaşan saçın aklığını red edemez. Bir erkekle bir kadın birleşip istedikleri şekilde, renkte, zekada bir çocuk yapamaz. Buraya gelirken hiç sorulmaz, götürülürken ihtiyarı alınmaz. Ohalde acz meydanda.. Sonra bu mezahire, şu kainatı hayretle bakıp zevk ile mütelea eden her insan, bu geniş saltanatın, şu kerim ziyafetin bir sahibi, gayet parlak bir suretde teşhir edilen şu muazzam san'atın bir Sani'i, bu büyük kitabın bir Müellifi, elbette bu geniş memleketin bir Sultanı var demek mecburiyetindedir. Yine kendini yoklayıp, ne kadar muhtaç olduğunun farkına varan, sayılı nefesinin bir tanesi teahhura uğradığı vakit çırpınan, etrafının kendisi gibi muhtaç, belki daha zaif olduğunun farkında olan herkez; bu alemlere geniş merhametiyle imdad eden, bütün ihtiyaçları gideren, vücudu ile mevcud, sıfatı ile muhit, esması ile ma'lum, ef'ali ile zahir; asarı ile meşhud bir Allah; üzerinde yaşadığımız alemden çok daha büyük yüzbinlerce ecram-ı semaviyyeyi intizam dahilinde durduran, büyük kitleleri ihtilaf çıkartmadan idare eden, her alemi kendi vazifesinde çalıştıran ve aynı surette beraber, noksansız tasarruf eden, kanunlarına itaat etdirten, bir rububiyyet tecellisi içinde tedbir, tedvir, tanzim ve tanzifden mürekkeb bir hakikat kabul etmek zaruretindedir. İşte
bütün bunları müşahede etdikten sonra insanın en nihayet diyeceği şu
olur : " Cenab-ı Hak vardır, birdir, birliği aded manzumesinde
çiftin mukabili olmayan bir birlikdir, öyle bir ehadiyyetdir.( Hüvel
evvel, hüvel ahir, hüvezzahir,hüvel batın) dır. Vücud-ı mutlak-ı Hak; tenezzülat, teayyünat, derecat ve meratib ile bilinir.
Birinci mertebe: Zat-ı Baht mertebesidir
ki : Ehadiyyetdir. Bu mertebede isim, sıfat na't almaz. Bütün kayıdlardan
münezzehdir. Hatta burada ıtlak da bir kayıddır, ondan da münezzehdir.
İkinci mertebe: Bu mertebede Cenab-ı Hak
bilinmesini istedi, sevdi, Zatından Zatına tecelli etdi. Buna mertebe-i
teayyün denir ki bu mertebede Hakikat-i Muhammedi zuhur etdi.
Üçüncü mertebe: Teayyün-i evvelden sonra
teayyün-i sani mertebesi gelir ki: Teayyün-i evveldeki icmalin tafsili
demekdir. Teayyün-i sani mertebesine: (Vahıdiyyet ve Hakikat-i İnsaniyye)
ismi verilir. Dördüncü mertebe: Alem-i ervah mertebesidir ki (Kaf) ile (Nun)'un izdivacından ya'ni (Kün) emr-i İlahisi ile mevcud olduğundan (Alem-i Emir) de denir. Beşinci mertebe: Alem-i Misal mertebesidir. Kuuvve-i muhayyele-i insaniyye bundan bir şu'bedir. Bu mertebe, ne sırf alem-i ruhani, ne de sırf cismanidir. Her iki cihetde mülayim ve iki cihetin beyninde bir berzah ve hadd-i fasıldır.
Altıncı mertebe: Alem-i Ecsam mertebesidir.
Ya'ni suret alemidir.
Cenab-ı Hak kudsi-i amasından hazerat-ı
ehadiyyesine tenezzülünde, ya'ni zatından İşte suret i'tibariyle Hz.Muhammed (aleyhisselam) Adem'in evladıdır. Hakikatde ise ma'na i'tibariyle Adem ve alem Hazret-i Muhammed'in evladıdır. Bir ağacın yemişine zahirde baktığın zaman o yemişin o ağaçdan olduğunu görürsün,fakat hakikatde o ağaç o yemiştden olmuşdur. Bağıban da o ağaca o yemiş içün hizmet etmişdir. O yemiş içün onu sulamış, hastalık geldiğinde ilaçlamış, bakmışdır.
Cenab-ı Hak da hatır-ı Muhammedi içün
rezzak-ı erazil ü eazımdır.
Cenab-ı Peygamber de Hazret-i Cabir'e
şöyle buyurmuşlardır: İşte O'na hakkıyla iman etdik diyenlerin de çoğu maal'esef iman edememişler, hakikat-i imana yaklaşamamışlardır. O'nu gördüm diyenlerin de çoğu görememişlerdir. Nitekim
Cenab-ı Hak apaçık i'lan eder:
Evet Cibril'in nüzulünün teşrif
içün olduğunu anlamayanlar, ta'lim-i İlahinin Cibril'den evvel olduğunun
farkına varamayanlar çokdur.
İleride anlatacağımız üzere, beşeriyyetin
fahr-ı ebedisi olan Cenab-ı Peygamber, Hazret-i Osman'ı Mekke'ye müşrikin-i
Kureyş'e sefir olarak gönderdiği vakit müşrikler Hazret-i Osman'ı hapsetdiler,
bu suretle "şehid edildi" rivayeti dahi çıktı. Zat-ı risalet
bu halden çok müteessir oldular. Hudeybiye'de bir ağacın altından bulunuyorlardı.
- Sonra bu ağaca (Şecere-i Rıdvan) tesmiye edilmişdir. - Eshab-ı basafayı
bu ağacın altında topladılar ve : Bu biat vak'asını müteakıb taraf-ı ilahiden işte yukarıda zikretdiğimiz ferman-ı İlahiyi hamil olarak Cenab-ı Cibril geldi. Esna-i biatde Peygamber Efendimizin mübarek elleri eshabın ellerinin üstünde idi. Görülüyor ki Cenab-ı Hak, Habibinin mübarek elini kendisine nispet ediyor ve yed-i kudret-i azametinde tutuyor ve Habibini kendi nefsinden fani ve Rabbisiyle baki olduğunu i'lan ediyor, ism-i a'zamın mazharı olduğunu fikir sahiblerine duyuruyor. Lakin o zahine-i İlahiyye menba'ı olan nur-ı Muhammediden feyz alabilmek içün taharet-i kamile şartdır. Buna işareten Kitabullah'da: "(La yemessühu illelmutahherun) emri vardır. Ya'ni :" İçini dışını layıkıyla temizlemeden benim ayatıma temas etme. " "Binaen'aleyh bütün ayat-ı İlahinin ma'nası olan Kitab-ı muazzam'ın natıkı bulunan Habibime de yaklaşma. Benim Peygamberimden feyz almakk içün taharet-i batıne ve taharet-i hariciyyeni yap. " Onun için isyan ile iştigal eden nefis sahibi oradan bir feyz alamaz. İnsan şeytan ile arkadaş olup bütün ma'nevi kazancı ma'sıyet olursa, ruhunda siyah bir nokta zuhur eder, nefsindeki isyan arttıkça ruhdaki siyah nokta da mebsuten mütenasib artar, nihayet ruhunu simsiyah ma'nevi bir bulut kaplar. Hakk'ın lutuf kapıları da kapanır. Zira ruhun iki yüzü vardır. Biri alem-i gaybe, diğeri alem-i şehadete, ya'ni biri halka, diğeri Hakk'a müteveccihdir. Ruha gelen bir feyz, Mazhar-ı Kainat efendimizden varid olarak kalb echizesine tevdi'edilir. Kalb de o feyzi sair a'zaya taksim eder. O zaman o uzuvlardan feyz-i mezkurun kudsiyyetine münasib ef'al ve ahval zuhura başlar. İşte feyz olmayınca bilcümle müktesebat-ı ilmiyye ile ne Hazret-i Muhammed, ne ayat-ı İlahiyye, ne de ehadis-i nebeviyye anlaşılamaz. Halbuki ba'zı kimselerin ise Hakk ile ünsiyyeti olur da zahirde çok iyi okumuş adamın ayat-i celileden tahsil etdiği ma'nadan çok daha zevkli ma'na tahsil eder. Biri işin resmiyyetinde kalmış, evin içine girmek içün anahtarı almış, fakat bir türlü içeriye girememiş, yalnız anahtara güzel kılıf yapmakla vaktini geçirmiş. Diğeri hususiyetiyle alakadar olmuş, anahtarı alamamış, fakat muhabbet göstermiş, ihlas tahsil etmiş, kapıdan anahtarsız girmiş, yahut pencereden, bacadan atlamış, fakat evin içine kurulmuş. Ahlakıyla, ihlasıyla, safiyetiyle herkezin hüsn-i zannını kazanmış bir çobana bir gün Hazret-i İmam-ı Şafii ile Cenab-ı Ahmed tesadüf etmişler. İmam-ı
Ahmed İmam-ı Safiiye: İmam-ı
Şafii : Mü'min
çoban, feraset-i iman ile İmam'ın kendisini imtihan etmek içün sorduğunu
anlayarak celal ile kendisine şöyle cevab verir: Hazret-i İmam nadim olup kendisinden özür diledikten sonra " Hakk ile ünsiyyeti olanın çobanı böyle olursa ya bunun alimi nasıl olur ?.." diye hayretde kalırlar. Keza ba'zı ümmi adamlara tesadüf edilir, ayat-ı İlahiyyeden öyle ince ma'nalar tahsil ederler ki, en yüksek müfessirleri bile kendilerine hürmet ve muhabbetle eğdirmeye mecbur bırakırlar. Eshab-ı
hulustan ümmi bir zat (Bekke) geçen ayet-i celilede: Tefsir
okutan zat munsif, görgülü bir kimse olduğundani sailin zahirdeki vaz'ıyyetine,
bilginin sade görünüşüne aft-ı nazar etmeyerek: "Bir şey söylemek
istiyorsunuz, emrediniz de istifa edelim" deyince, ümmi zat: İşte Kitabullah böyle namütenahi inceliklerle doludur. Fakat bu zevk, ruh-ı küllinin nuru olan batın gözünün nuruyla görülür. Bu nura sahib olanların muradları dahi olmaz. Onlar Hak ne isterse onu isterler. Bu ise aşk ile olur. Aşk, ma'şukun rızasıdır. Ma'şukunun rızasında olan aşık da ne talib-i izzetdir, ne de talib-i zilletdir. O daima cananının hukukunu vikaye ile meşguldür. Bu gibi zevata Hazret-i Peygamber (Ulema) demişdir. Ve bunlar ancak (Enbiya)'ya varis olabilirler ve meani-i Kur'an'daki te'vil hakkı bunlara aiddir. Cenab-ı Hak bunlara (Ulema-i rüsum)'un haricinde ayrı bir imtiyaz vermiş, (Ulema-i rasihin) tesmiye etmiş, " Kitabullah'ı ve te'vil hakkı bana ve bunlara aiddir" demiş. Onlar öyle zevat-ı aliyyedir ki "Kaf Ha Ya Ayın Sad" ayeti ile "Elif Lam Min Sad" ayetindeki "Sad"lar bir olduğu halde ma'nalarının ayrı olduğu görürler. Hulasa, feyz-i aşk-ı ilahi olan ruh-i insani kimde var ise o, ayat-ı İlahiyyenin genişliğinden zevk alabilir. Nasıl ki :" Kadere layıkıyla iman edemeyen, imanın tadını bulmaz" emr-i Nebisi vardır. İşte envar-ı risalet olan ayat-ı İlahiyye de Fahr-i Alem'e merbutıyyetin kuvvetiyle anlaşılır. Hakikat-ı Muhammediyyeyi layıkyla anlayanlar ayat-ı İlahiyyenin her kelimesinde değil, her harfinde na mütenahi zevk bulurlar. Ve bunlar hakkında Cenab-ı Risalet: "
Ehl-i hak, ayat ü beyyinatdan doyamazlar" buyurl-muşlardır. İmdi acaba, bu ayet-i celiledeki: "Emrolunduğun gibi doğru ol" emrindeki doğruluk, bizim anladığımız gibi eğriliğin mukabili olan doğruluk mudur? Ne münasebet ! Zira Mazhar-ı Kainat Efendimiz, ulum-ı evvelin ve ahırıni cami, Rabbisine kendisi şahid, Rabbisi de O'na şahid olduğu halde ve Cenab-ı Hak: " Gına-i zatiyyemle sende tecelli ederek seni bütün mevcudata (Beşir) ve (Nezir) olarak gönderdim" diye bizlere tanıtdığı bir Habibullahdır. Demek
ki ayet-i celilede daha ince hakaik gizlidir. Uhud dağında, Sıddıyk Efendimiz ve Şeyhayn hazeratı ile beraber bulundukları zaman vaki' olan hareket-i arzda mübarek kadem-i seadetlerini yere vurarak: " - Ya Uhud! Üzerinde bir Nebi, bir Sıddıyk, iki şehid vardır, sallanma" emrini verirken müstakbelde Hazret-i Ömer ile Cenab-ı Osman'ın şehid olacaklarını haber veren ve haber-i seniyyesi aynen tahakkuk eden bir Zat-ı Kudsiyyet-Sıfat'dır. Ammar' yüzünü gözünü silerken: " Seni eshabım şehid etmeyecek, sen Fie-i Bağıyye tarafından şehid edileceksin, son lokmanda sulu süt olacakdır" diye Ammar'ın akibetini haber veren ve haberide aynen tahakkuk eden bir Zat-ı A'ladır. İran-Rum harbinde; İran Rum'a galib geldiği vakit müşrikin sevinmişlerdi. Sebebi ise İraniler de kendileri gibi putperest idiler. Rumlar Ehl-i Kitab olduklarından onların İranilere mağlup oluşu müşrikleri sevindiriyordu. "Elif Lam Mim Ğulibetirrum..." ayet-i celilesi nazil oldu. Fahr-i Alem senesiyle, ayıyla, zamanı ile Rum'un tekrar galib geleceğini haber verdi. Bu haber üzerine Hazret-i Ebubekir, müşriklerle yüz devesine bahse girdi ve aynen Cenab-ı Peygamberin emri yerine gelince Hazret-i Ebubekir yüz deveyi aldı. Hatta bahse giriştiği kimse öldüğü içün develer veresesinden alındı. Frenk
ulemasından ileri gelenler derler ki: O öyle bir Peygamberdir ki : İran Şahı Perviz'e mektub gönderdiği vakit, Şah, ismini Zat-ı Risaletin isminden sonra yazılışından dolayı hiddetlenerek mektubu yırtmış ve Yemen Valisi Bazan'a haber göndererek: "Hicaz'da nebiyim diye biri türemiş, onu hemen bana gönder" emrini vermiş. Bazan, Şahın göndermiş olduğu emri üç adamı ile Cenab-ı Risalete gönderdiği vakit, sureti halk, sıreti Rahman olan Habib-i Kibriya Efendimiz: " - Bu mektubun cevabını yarın vereceğim, yarın geliniz" diye buyurmuş, ertesi günü geldikleri vakit: "Allah, şahınızı bu gece oğluna parçalatmışdır" diye cevab vermesi üzerine, iş hayretle tedkik edilmiş, doğruluğu meydana çıkınca Bazan ile elçileri din-i celil-i İslama girmişlerdir. Cenab-ı Hak zulmetin mukabili olmayan, nurun sahibi bulunan Hazret-i Muhammed'e bütün eşyayı müsahhar kılmış, Onun içün meçhulü kaldırmışdır. Allahu
Teala, Hazret-i Musa'ya; mu'cize olarak asasını yere vurmak suretiyle
kavmine su verdirdi. Habibine kendi zat-ı risaletinden harice müracaat
etmeden mübarek parmaklarından su menba'ı tecelli etdirdi. Ne güzel söylenmişdir: Ayinedir
bu alem, her şey Hak ile kaim Yalnız bu işin zevkine varabilmek içün gündüzün gaflet, geceleyinde hılkat uykusuyla ömrü geçirmemek şartdır. Enbiya sınıfı müstasna -ki,bu sınıf masumdur-. Sınıf-ı ehlullah da mahfuzdur. Diğer nas ise hatadan salim olmaz. Fakat hataları hasenat ile gidermenin çarelerine bakmalıdır ..... |
[ Ana Sayfa ] [ Kimdir ] [ Eserleri ] [ Sohbetleri ] [ Türbesi ] [ Kitabevi ] [ İslamiyet Gazetesi ] [ Hakkında Yazılanlar ] |