******************************************************** Şemseddin Yeşil Efendi Hazretlerinin Din Nuru adlı eserinde bütün mezhep itilaflarını ortadan kaldıracak "ehl-i sünnet" tarifi : Ehl-i
Sünnet diye : *********************************************************
Bugün insan irfânının hamulesi insanın taşıyamayacağı kadar tekâmül etdiği, fen, san'at; akla hayret verecek bir şekilde terakki etdiği, bütün terbiye tezgâhları olanca kuvvetiyle çalışdığı, kanun koyucuları en şiddetli maddelerini vaz'etdikleri hâlde acaba beşeriyyeti neye geniş bir seâdete kavuşturamıyorlar ? Kürrenin vasatî olarak iki milyar insan beslediği söylenir. Hâlik'ın etiketini taşıyan ve hilkatin en nâzik, en nâzenîn, en nâzdâr bir sınıfı olan bu insan sınıfının belki binde onu görünüşde bir seâdete kavuşabilmiş ise de binde dokuz yüz doksanı huzur ve seâdetden mahrumdur. Acaba neye ilm, fen, felsefe bu huzur ve seâdeti veremiyor ? Neye mi veremiyor ? Din medeniyyeti ile dünya medeniyyeti birbiriyle barışarak sarışmıyor da ondan. Evet, din medeniyyeti ile dünya medeniyyeti birbiriyle barışmadıkça, beşeriyyete huzur ve seâdet yokdur. Şimdi din medeniyyeti nedir? Dünya medeniyyeti nedir? Bunlar üzerinde bir nebze duralım: Din
medeniyetinde istinad noktası: <Hak>dır. Hakk’ın şe’ninin neticesi sarışmak,
anlaşmakdır. Dünya medeniyyetinde istinad noktası: <Kuvvet>dir. Kuvvetin şe'ninin neticesi ise boğuşmakdır. Zâlim; âciz kalınca kuvvete sarılır. O zanneder ki hak kuvvetdedir, hâlbuki kuvvet Hak'dadır. İşte beşeriyyet bu şekilde düşünmeye başlayınca yıkım başlamış demekdir. Yine din medeniyyetinde hedef: 'Fazilet' dir. Fazîletin şe'ninin neticesi: Aslının, Rabbinin, meâdının rızâsıdır. Dünya medeniyyetinde hedef: 'Menfaat' dir. Menfaatin şe'ninin neticesi ise: -nefsânî ihtiraslar hiçbir vakit tatmîn edilemediğinden - boğuşmakdır. Meselâ beşer bir işi yapacağı vakit derhâl "ne menfaati var ?" diye sormağa başladı mı yıkım başladı demekdir. Din medeniyyetinde hayat: Yardımlaşmadır. Allah'sız bir zerre olmadığını idrâk ile hukuka riâyetdir. Dünya medeniyyetinde ise hayat: "Cidâl" diye ta'rîf edilir. Beşer bu seviyeye düşdü mü yine yıkım başladı demekdir. Çünki cidâlin neticesi paylaşmakdır. Yine dünya medeniyyetinde gaaye : "Şehvet" dir. "Din medeniyyetinde şehvet yok mu?" diye bir suâl sorulursa: Bâliğân mâ belâg vardır. Fakat gaaye olarak değil, ücret olarak vardır. Ya'ni Din: " Ey insan oğlu! Sen Kudret'in insan dokuma tezgâhını hâmilsin. İnsan kadar terbiyesi güç, kadrini az bilen bir mahluk yokdur. Sen bu külfeti üzerine alıyorsun, binâen'aleyh ben de zevk ve şehveti sana ücret olarak veriyorum", der. Şimdi gelelim bütün bu düsturlardan çıkan neticeye: Fikren bir seyâhate çıkıp da mâziye doğru uzanacak olur isek; görürüz ki: Dinî medeniyyetler dünyevî medeniyyetlerden daha çok yaşamışlar ve dinî medeniyyetler insanlar üzerinde daha fazla bir icrâ kudreti göstermişlerdir. Sebebine gelince : Dini medeniyyetlerde mesned (vahyy)dir. Vahyy ise: Nakîse ihtimâli olmayan ilmî kaidelerin çıkdığı yerdir. Binâen'aleyh dinî medeniyyetler, hayâtı tanzîm eden usulü, insana daha kolay kabul etdirmişlerdir. Dünyevi medeniyyetler ise mesned his üzerine olduğundan ve kanunlarını tanzîmde beşer'in hissinden yardım gördüklerinden cemiyyetin ufak bir dalgalanması idârî kuvvetlerini derhal çözülüp ayrılmaya uğratmışdır. Şimdi şuraya dikkat edelim: Burada "dinî medeniyyet"'den kasdım: "İslâm medeniyyeti"'dir. Zira "İslâm dîni" tamamiyle akıl ile bağdaşan bir dindir. Onun için akıl ile İslâm dinî arasında hiçbir vakit teâruz yokdur. Eğer var gibi gösterilmek istenilirse ya akıl sahih değildir veya nakil sarih değildir. Bu böyle olduğu halde yani ma'lumât-ı beşeriyye ile menkulât-ı dîniyye arasında hiçbir vakit hakikatde çekişme olamaz iken, ferdî saltanatların araya girmesiyle bunlar mütemâdiyen birbirleriyle çarpışmışlardır. Garb'da ise bunun tam tersi olmuş, bu çarpışma klise dîni ile aklın bağdaşamamasından doğmuş, binâen'aleyh on sekizinci asırdan beri kilisenin lâhuti nazariyyâtından doğan ma'nâ; Garb'ın ictimâî bünyesini yaralamış, Garb'ın akıllıları; hidâyet yolunu bulucağız diye mütemâdiyen çırpınmış, hâlâ da çırpınmakda... Onun için de yukarıda söylediğimiz gibi beşer'in vicdânını, ma'nâsını saran ma'nevî hastalığın önüne ne göz kamaşdırıcı fenniyle, ne akla hayret verici ilmiyle, ne de kudretli felsefesiyle geçememiş ve geçemez de ... Çünki bunun önüne geçmesi için vahyy kuvveti, nübüvvet kuvveti lâzımdır. Evet, yirminci asırda bütün dünyayı saran bu derdin devâsı ancak: (inneddiyne ındallâhil islâm) hastanesinde bulunabilir. "Bu hastahanenin sâlikleri nerede?" denirse sakın bugünkü Müslümanlar göz önüne getirilmesin. Onun hakikî sâliklerini ararsan sadr-ı İslâm'a bak, çeyrek asırda kâinata en yüksek medeniyyeti getiren Hazret-i Muhammed'in şâkirdlerinin hâllerine bak, ahkâmı eskimiyeceği tahakkuk eden, her zaman genç ve dinç bulunan Kur'an'ın sadrına kulağını koy, ondan duyacağın sedânın derinliklerine dal. Neye buralara bak diyorum. Zira Müslümanlar bu zevki, bu ruhu üç, dört asırdan beri kaybetmişlerdir. Târihi açarsak görürüz ki, nûr-ı nübüvvetden uzaklaşıldıkdan sonra Müslümanlar, ya'ni (Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün resûlullah, Kur'an kitâbullah) diyenler fırka fırka olmuşlar, birbirlerini boğmuşlar, bu yüzden de bir çok mezheb ihtilâfları doğmuş. Daha doğrusu mezheb ihtilâfları, mezheblerin sûret-i husûsiyyede teayyününden ve herkezin bilâ kayd ü şart onları taklîdinden, bir cümle ile beynel'islâm müctehidlerin azalmasından doğmuş, ya'ni cehl devrine girilmiş, böyle olunca dîne karşı olan ihlâsda sarsıntı başlamış, ulemâ arasındaki cidâl ve ihtilâf büyümüş, bu sûretle de dîne hizmet eden adamların azaldığı, ulemânın ümerâya uşak olarak geçinmeğe başladığı görülmüş.. Yine bu devirde ulemâ, hükümdarların nezdinde makbûl olmak ve onların meşrebi, neş'esi hangi imâmınkine uyuyorsa ona yaranmak için maksad-ı aslîyi terk ederek:" Şâfiî'nin ictihâdı Ebû Hanîfe'ye müreccahdır, filân falandan âlimdir, filânın sözü makbûldür veya matruddur" diye hilâfiyyât ile iştigale başlamış. Hâlbuki bunların hiç birisi İslâm'ın esâsı değildi, gaye celb-i menfaat idi. Hükûmet başları da kuvvetli gördükleri tarafa hücumla, kendi arzuları gibi hükûmet te'sîs etmek için böyle bir siyaseti ta'kib ediyorlardı. Diğer tarafda kadıların cevri, zulmü; avâmı bu dinden şübheye düşürdü, faraziyyât üzerine ictihad yürütüldü, İslâm'ın adlî muameleleri za'fa uğradı, esas bırakıldı, rûh terkedildi. Bu hâller de zâlim hükümdarların yetişmesine sebebiyyet verdi. Hulâsa, beşeriyyetin Fahr-i Ebedî'sinin gösterdiği yolun rûhuyla hiç alâkası bulunmadığı, ma'nâsını anlamadığı hâlde herkez bir yol tutturdu. Nezih din, siyâsete âlet, şahısların, saltanatların elinde oyuncak oldu. Hakîkat bırakıldı, his ile harekete başlandı, Sünnîlik, Şiîlik denildi, Cebriyye, Mu'tezile gibi daha birçok yollar açıldı. Bunların hepsi "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün resûlüllah, Kur'an kitâbullah" dedikleri hâlde birbirini boğmakla uğraşdı. Fürûat-ı dîniyye sıkıldıkça sıkıldı, nihâyet patladı, siyâset-i Muhammediyye terkedildi. Sünnet-i ibâdet ile sünnet-i âdetin bile farkına varılmadı, yahud varılmak istenmedi. Hâlbuki nasıl ki göz güzel bir şey görüp zevk aldığı zaman kulak onu hased edip hasım mevkı'ine geçmezse, kezâ sağ el iyi bir şey yapınca sol el hased edip ona düşman olmazsa işte beşer de bunun gibi yekdiğerinin uzvu olduğunu idrâk ederek birbiriyle anlaşması lâzımdı. Fakat ne yazık ki böyle olmadı. Böyle olmayınca da, zamanında muazzam bir varlık olarak duran İslâm medeniyyeti son zamanlarında silinir gibi bir hâl aldı. Yalnız sevinilecek bir nokta varsa o da: Eğer İslâm dîni sâir dinler gibi olsaydı, bu kadar ihtilaf içinde teşkilâtsız bir vaz'ıyyetde olduğundan o da çokdan silinir giderdi. Fakat o azîz din kendi kendini muhâfaza edip dimdik ayakda durduğundan, yine ondan neş'et edecek olan İslâm medeniyyetinin kâinâtı fethetmesi bir an mes'elesidir ...
|
|