Bu
kitabın müellifi Şemseddin Yeşil Efendi Hazretleri bu eser için: "Aile
yuvası kuran ve bu büyük mes'ûliyetin altına giren her erkek ve kadının
başucundaki çekmecede bu kitap bulunmalı, karı-koca dikkatlice okumalı,
herhangi bir ihtilâfları halinde buraya müracaat etmelidirler"
buyururlardı.
Bugün ictimâî en büyük bir yara olan boşanmaların,
sönen ocakların, anne ve babaları sağ oldukları halde yetim kalan çocukların
halleri kitapta incelenmiş, anne ve babaların doğan çocuklarını nasıl
yetiştiricekleri, dinî ve tarihî misaller verilerek izah edilmiştir.
Kitabın ilk baskısı 49 sene önce yapılmış,
okuyucu tarafından rağbet görmüş, müteaddid baskılarda ilâveler yapılarak
bu son şeklini almıştır.
İNSAN
- KADIN
Kudret'in
şu muazzam saltanatının an nâzik, en nâzdar ve en niyazdar bir mâzharı
olan "İNSAN" mefhûmu hakkında birkaç söz söylemek isterim.
Evet, insan mefhûmu kadar hâlli güç, anlatılması zor hiçbir mevzu yoktur.
Zîrâ her devletin bir sınırı, her sâhanın bir ölçüsü vardır. Fakat mevcûdâtın
bütün hüsn-i ânını toplayan bu devlet-i insânın ne sâhası vardır, ne
de sınırı ...
İmdi, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına taallûk eden bu geniş
ma'nâ nedir ?
Enfüste sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan, sus dediğin vakit susmayan,
dur dediğin vakit durmuyan, el ile tutulmayan, göz ile görülmeyen o
ma'nâ nedir?
Bu akıntı nereden geliyor? Bu vâridat nereye gidiyor ? Bidâyet neresi
? Nihayet neresi?..
Rûhun penceresi diye açılan bu gözdeki rü'yet nedir ?
Okuduğumuz mevzûât bize gözü ta'rif ediyor da, niçün rü'yeti tâ'rîf
edemiyor?
Kudret, konuşmak için önce işitmeyi şart koyuyor. Fakat işittiğimiz
halde, işitmenin ne olduğunu bilemiyoruz.
Yine mevzûât-ı ilmiyye, bize kulağı ta'rîf ediyor da işitmeyi niçün
ta'rif edemiyor?..
Aynı mahalden, aynı echizeden çıkan bir söz ba'zan muhâtabını ihyâ ediyor,
can veriyor, ba'zan da aynı mahalden, aynı echizeden çıkan söz imhâ
ediyor. Bir arş kumandası, milyonlarca insânı yürütüyor.
İşte bu nutk nedir ?..
Bu zekâ nedir ?..
Ya o temâyülât-ı kalbiyye nedir ?..
Zâhirde çok küçük görünen, hakîkatte çok büyük olan, bütün avâlimi kendi
enfüsüne sokabilen bu vücud nedir ?
Hulâsa, bütün eşyâ kendisine müsahhar kılınan, mechûlden ma'lûmu çıkaran
insan nedir ? Bu mevcûdiyyetini kendinden mi aldı ?
Kendinden aldı dersek; vücûdu, vâcib ve bi'z-zarûre dâimâ mevcûd olması
lâzım gelirdi.
Halbuki insânın zâhiri değişiyor, bozuluyor, ihtiyarlıyor, bir gün seviniyor,
bir gün yeriniyor, tûrdan tûra geçiyor, dâimâ bir şanda duramıyor ...
O mükellef konuşan dil, bir gün çene kemiklerinin arasında un-ufak oluyor.
O, gözleri tezyîn eden, bakmaya kıyılamayan kirpiklerden Kudret duvar
üzerinde diken yapıyor. Yine insan ba'zan her şey'i yapar gibi görünüyor...
Semâlara kadar uzanıyor, denizlerin dibinde gidiyor, dağları deliyor.
Fakat îcâbında gözle göremediği, el ile tutamadığı bir mahlûkun pençe-i
kahriyyesinde âciz kalıyor ...
İstediği bir kadınla evlenip de istediği şekilde bir çocuk yapamıyor?
Halbuki kendi kendini yapan, her şey'i yapması lâzım idi, yapamadı.
Binâen'aleyh bu varlığı da kendinden almadı.
Acabâ her şey'i yapaar gibi görünen, îcâbında hiçbir şey'i yapamayan,
acz içinde kıvranan, kabrin kapısını kapayamayan, asıl doğum olan ölümü
öldüremeyen, mevcûdattan aczi gideremeyen insan, bu varlığı muhîtinden
mi aldı ?
Tedkîk edecek olursak muhîti ondan âciz!
O halde bu kâbil, bir fâilin mazharı, bu mıstar, bir masdarın mazharı.
Bu muazzam varlık, bir Sâni'ın sun'u.
İşte zâhiri halk, bâtını Hak olan bu ma'nâyı kim taharrî eder de bulursa,
Rabbisine ârif olan da odur.
Hâdisat ve tasavvurâttan münezzeh, vücûdu ile mevcûd, sıfâtı ile muhît,
esmâsı ile ma'lûm, af'âli ile zâhir, âsârı ile meşhûd olan Allâh'ı beyân
eden bu kitâb-ı kâinat içerisinde etiket-i İlâhîyi taşıyan yalnız insandır...
Mühr-i hümâyûn-ı Sübhânî yalnız insâna vurulmuştur.
İnsan: Nâib-iHak'dır.
İnsan: Aslını bulmak aşkıyla doğmuş, kerâmetli bir mevcûddur
.
İnsan: Esrâr-ı Zâtiyye'ye âgâh ve niyâbet-i İlâhiye lâyık
olacak isti'dâdda yaradılmış bir mazhar-ı tamdır.
İnsan: Envâr-ı hakîkat ve hedâyâ-yı ma'neviyyeyi kabûle
müstaid bir candır.
İnsan: Tenezzülât-ı Sübhânînin ilk mazharı, zulmetin mukâbili
olmayan "Evvelü mâ halâkallâhü nûrî" fermânının mefhûmu bulunan,
ne Melek velvelesi, ne Felek meş'alesi yok iken, kader nakkaşı Semâvâtın
tezyînâtını vurmamış iken, ne eserden, ne esîrden hiçbir şey bilinmez
iken Hazret-i Ulûhiyyette sâcid olan ma'nâ-i Muhammedînin, o nefs-i
nâtıka-i kâinâtın kalbi'nin bir meyvasıdır.
İşte bütün mahlûkâtın en mümtâzı olan insan, şu kâinâtın hakîkî sâhibi
ve mutasarrıfı, bilerek ve hikmetle tasarruf edeni tarafından çok sevilerek,
pek seçilerek yaradılmış, aşk denilen bir nur da onun ma'nâsına rekzedilmiştir.
Her şey'i görerek, bilerek terbiye eden, hikmetleri, gâyeleri, fâideleri
irâde ederek tedvîr eden, bir şey'i her şey, her şey'i bir şey yapan
Zât-ı Mutlak, muhabbet-i İlâhîsinin sûretinin sûreti olan bu sınıfa
bilmek hassasını vermiş, bilenin konuşmasını lâzım kılmış...
Bu âlemde kendisine muhâtab tuttuğu bu mahlûku ile; mektûbu ile konuştuğu
gibi, bir gün de tercemansız ve hicâbsız kendileri ile konuşacağını
i'lân etmiş.
Konuşturan, elbette kendisi de konuşacak !
Ve her insan kendisindeki bu varlığı, kendinin zannetmesin, benim olduğunu
bilsin diye emretmiş !
Nihâyet insânın, hakîkati taharrî edip, kendisinde bulunan bu âriyet
varlığı Hak'da boşaltacak olursa büyük bir kâm alacağı da beyân edilmiş.
Fânîyi bâkî ile tebdîl etmenin çâreleri îzâh edilmiş.
İmdi, eğer insan fânîyi bâkî ile değiştirmeyip de kendine varlık verip
Kudretin bu muazzam bahr-ı ummân-ı ahadiyyetinde kendi kulaçlarımla
yüzerim derse, derhal boğulur. Zîrâ bu denizin iki mühim dalgası vardır
ki, birine "Celal", diğerine "Cemâl" denir. Biri
çıkarır, biri batırır. Nihâyet tâkat kesilir, tıkanılır.
Fakat tamâmıyle teslîm olunursa üstünde tutar.
Zikretmiştim ki insan, muhabbet-i İlâhî'nin sûretinin sûretidir. Muhabbet-i
İlâhî'nin sûreti, ma'nâ-i Muhammedî'dir.
Cenâb-ı Hak hubb-i Sübhânîsi ile tecellî ettiği vakit, Akl-ı Küll olan,
zulmetin mukâbili olmayan, nefs-i nâtıka-i kâinâtın kalbi bulunan Nûr-ı
Ahmedî zuhûr etti.
Bütün varlığın sâhibi olan Allah, bu nûru bütün eşyânın masdarı yaptı.
Ve rütbelerin en yükseğinin de, muhabbet rütbesi olduğunu izhâr etti.
Vücûd-ı mukayyed-i insânî, ikinci bir taayyün olarak ilm-i İlâhîdeki
muhabbetinin bir tecellîsinin mazharı oldu.
Binâen'aleyh vücûd-i insânî Hak'kın muhabbetinin bir mazharı olarak
taayyün etti. Onun içün bir kimse hayvâniyyetini fethederek, insâniyyete
kadem basıp kendi hakîkatine ma'rifet peydâ etmesi, Rabbisinin ma'rifetine
bir mukaddime teşkîl etti.
"Ve nefahtü fîhi min rûhi" sırrına mazhar
olan, ya'ni nefhâ-i İlâhi ile sâir sınıftan mümtâz kılınan bu insan,
Rabbisine kavuşmak aşkı ile mücehhez kılındı...
Biraz daha açalım:
Cenâb-ı Hak rûh-ı küllîsinden, insânı, -keyfiyeti
bizce mechûl olan- nefha-i ruh ile tekrîm ederek ondan aslına karşı
bir meyl-i iştiyâkî hâsıl etti.
Onun içün beşerin fıtratında aslına kavuşmak aşkı vardır. Bu cibillîdir.
Ve ismini koyamadığı bütün muhabbetler hakîkatte Allâh'adır. Fakat gâfil,
ismini koyamaz, onu eşya ile kayıdlar da ayağı kayar.
Âdem nasıl mazhar-ı Hak olup Hak'ka şevk ile muhabbet ettiyse, Cenâb-ı
Hak'kın Âdem'e şevkı daha eşed oldu.
Ve muhabbette kemâle erenlere, kendi likâsını has kıldı.
İşte bütün nedîmân-ı İlâhînin aradıkları da budur.
Şuraya dikkat edelim:
Cenâb-ı Hak Âdem'i kendisine müştak kılıp, kendisine delîl kıldığı gibi,
Âdem'e delîl olmak üzere, Âdem'den mer'eyi, ya'ni kadını halk etti.
Ve kadın erkeğin cüz'ü olup, erkeğe delil kılındı. Âdem kendisini mer'ede
müşâhede etti. Âdem'in recülliyyeti ve sıfat-ı fi'liyye ile ittisâf-ı
ma'rifetine Havvâ mukaddime oldu. Havvâ olmasaydı, Âdem bu sınıfla zâhir
olmaz idi.
Ona binâen Cenâb-ı Nebî:
"Hubbibe ileyye min dünyâküm esselâsetü ennisâü vettıybi ve kurreti
aynî essalâtü." "Dünyamızdan, bana üç şey sevdirildi"
diye ferman buyurduktan sonra, önce (Nisâ)yı zikretmişlerdir."
Evet kadın, erkekten bir cüz'dür. Kadın, erkek içün vücûd-i sâniyedir.
Erkeğin kadına muhabbeti, kendi aslına muhabbeti demektir. Kadının da
erkeğe muhabbeti, kendi aslına iştiyakı demektir.
Kadın, erkeğe delîldir. Erkek, Hak'ka delîldir.
Binâen'aleyh kadın, erkeğin yakîni ve enfüsi olmakla kendi vücûdu ona
yakîn olduğundan emr-i nebî'de (Nisâ) takdîm edilmiştir.
Ve taraf-ı İlâhiden, tahbîb edildiğini beyân etmişler, (Ahbebtü) demeyip,
(Hubbibe) buyurmuşlardır. Ya'ni /Sevdim) demeyip (Sevdirildi) diye emretmişlerdir.
Binâen'aleyh kendisinden, muhabbet edenin Hak olduğunu duyurmuşlardır.
Eğer Hak'kın, kuluna muhabbet olmasaydı kul, Rabbisine muhabbet edemez
idi. Aynı zamanda Hak'kın abdine muhabbeti küllîdir, abdin Hak'ka muhabbeti
ise cüz'îdir.
Çünkü Hak'kın abdine muhabbeti, kendi nefhettiği rûhuna muhabbetidir.
Bu âlemde kesâfetini izâle edip, letâfete inkılâb ettiremeyen kulun,
kendi libâs-ı beşerriyeti, Rabbisiyle arasında perdedir.
Vaktâ ki hakîkatte vuslat olan ölüm, bu perdeyi kaldırır kaldırmaz Rabbisiyle
likâ hâsıl olur. Ve kendisinin nefes-i Rahmânîden taayyün ettiğini o
vakit apâşikar görür.
Binâen'aleyh nefes-i Rahmân kimde varsa onun insân olduğu tahakkuk eder.
Bu âlemde teâlî edip kesâfetini letâfete inkılâb ettiren nedîmân-ı İlâhî,
mevt-i irâdi ile yaşadıklarından , mevt-i ıztırâriden evvel bu sırra
vâkıf olurlar.
İyi dikkat edilirse, Cenâb-ı Hak'kın insâna tecellî eden muhabbetidir
ki, işte Melâike o muhabbetin nûruna secde etmeyi emir almıştır.
Allâhû Teâlâ hubb-i Sübhânîsine Âdem'i ayîne kılmıştır.
Bu emri-i Sübhânî insânın kadr ü azametini ne muazzam şekilde gösterir.
Nefes-i Rahmânı hâmil olan hazret-i insânın sûreti olarak yaradılan
nisâ'ya, ricâl, taraf-ı İlâhîden tahbîb ettirilmiştir.
|