Mü'min kâinatı nasıl görür ?
Kâfir kâinatı nasıl görür ?
Ey
bu âlem-i şehâdete hakikati müşâhede için gelmiş olan hakikat yolcusu
!
Adâvetle muhabbet, ziyâ ile zulmet ictima' etmediği gibi, küfr ile de
îman ictima' etmez. Bunu bil !
Vicdânın ziyâsı ilm-i din, aklın nûru da fünûn-ı medeniyyedir. Bunun
ikisinin imtizâciyle "hakikat" tecellî eder. Bunlar birbirlerinden
ayrılırsa birincisinden taassub, ikincisinden de hîle doğar.
İnsan; ahsen-i takvîm sırrına mazhar olduğu, "Ve lekad kerremnâ
benî âdem..." imtiyaziyle rütbe aldığı, nûr-ı îmân ile i'lâ-yı
ılliyyîne çıkması için önüne bir cadde açıldığı, müebbed istikbâlini
kazanması ve o âlemin seâdeti olan cennete lâyık olması için kendisine
büyük bir kıymet verildiği gibi, küfür zulmetiyle de esfel-i sâfilîne
düşeceği kendisine haber verilmiş.
İşte iki cadde ... Sen artık hangisini istersen onu ta'kîb et...
Yine insan, neş'et-i küll'dür, bir nefha-i Rabbânîdir. Görülen bu sûret,
bu vesika ise bir libâs-ı hayvânîdir. Binâen'aleyh bu yolları ta'kîb
ederken dikkat et, ma'nânı, yok olacak kâra sarfetme. İnsan her emre
âlet olmuşdur. Bu âleme gelmeden garaz; kendi aslını bulmakdır. Bu da
"îman" ile, hattâ imânın en yüksek sıfatı olan "aşk"
ile olur, akıl ile olmaz. Akıl sadece Allah'ın varlığını bildirir. Allah'ın
varlığını bilmek ile Allah'ı bilmek arasında fark vardır. Eğer Allah,
akıl ile bilinse, bulunsaydı, kitâba, nebîye hâcet kalmazdı.
Hulâsa, iki âlemde huzûr ile yaşamak ve aslına kavuşmak istersen; Sâni-i
Zülcelâline nisbet tedârik et. Bu nisbete ise "îman" denir.
Filhakika îman, bir intisabdır. İnsanda
olan İlâhî sıfatlar ve Rabbânî isimlerin nakışları; îman ile tezâhür
eder ve büyük bir kıymet alır.
Îmânın zıddı olan küfür de o nisbeti kat'eder.
Ya'ni küfür; kulun, Allah'a olan nisbetini koparır. O koparmadan da
sıfat-ı Rabbâniyye gizlenir. O kimsenin kıymeti yalnız madde i'tibâriyle
olur. Madde ise fâni, geçici, muvakkat bir hayat olduğundan kıymeti
hiç hükmündedir.
İnsan gaafil olmayıp niçin hâlk olunduğunun farkına vararak çalışacak
olursa melekden efdal olur. Bundan gaafil olup da uzaklaşırsa hayvandan
aşağı olur. Hayvânî hayâtın kıymeti ise yukarıda söylediğimiz gibi hiç
hükmündedir.
Buna şöyle bir misâl verelim:
Nasıl ki insanların nazarında maddenin kıymeti ile sıfâtın kıymeti ayrı
ayrıdır. Ba'zan bu kıymetler müsâvî, ba'zan madde daha kıymetli olur.
Ya'ni ba'zan olur ki beş kuruşluk bir demir parçasında yüzlerce liralık
bir san'at bulunur, o san'at antikalığından dolayı antikacılar çarşısında
büyük bir kıymet alır, aynı demir bir demirci çarşısına getirilse alel'âde
bir demir bahâsına satılabilir. İşte ta'bir câiz ise insan da Cenâb-ı
Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır. En nâzik ve en nâzenîn bir mu'cize-i
kudretidir.
İnsânı; bütün esmâsının cilvesine mazhar,
bakışlarına medâr ve kâinata bir misâl olarak yaratmışdır.
İmdi, eğer bu insan; îman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar;
o îman nûru ile, onun ışığı ile, o intisâb ile okunur. Ya'ni Sâni'-i
Zülcelâl'in masnû'u, mahlûku, rahmet ü keremine mazhariyyeti gibi ma'nâlarla
insandaki sıfat-ı rabbâniyye tezâhür eder. Demek Sâni'a intisabdan ibaret
olan (îman), insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhâr eder. İşte insânın
kıymeti, o sıfat-ı rabbâniyyeye göre olur.
Hâlbuki Hakk'a intisâbı koparmakdan ibaret olan küfür, insânın içine
girse; o vakit bütün o mânidar nakışlar, ilâhi isimler, karanlığa düşer,
okunmaz. Zîra Sâni' unutulsa, Onun sun'una müteveccih ma'nevî cihetler
de anlaşılmaz. O ma'nevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve
göz ile görünen bir kısmı ise esbâba, tabiata ve tesadüfe verilip nihayet
sukût eder. Her biri birer parlak elmas iken, bir sönük cam parçasına
döner. Ehemniyeti yalnız bir madde-i hayvâniyyeye kadar düşer. Maddenin
gaayesi, meyvesi ise; kısacık bir ömürden en âciz, en muhtac ve en kederli
bir halde yalnız bir hayât-ı hayvânî geçirmekdir.
Hulâsa, görülüyor ki: Küfür, böyle mâhiyet-i
insâniyyeyi yıkdığı gibi, îmân ise bir nûrdur; insanı ışıklandırır.
Üstünde yazılan bütün mektûbât-ı samedâniyye ve sikke-i rahmâniyyeyi
okutdurur. Kâinat onun nûruyla ışıklanır. Kâinatdan îman kalksın, bütün
işler paydos olur. Bilgiler yıkılır, mektebler kapanır, meârif kalkar.
Yine îman; merkez-i hükûmet-i insânî olan hangi kalb şehrine girerse,
nefsin fir'avniyyeti kırılır. Onun nazarında kâinat apaydınlık, nûr-ı
ilâhî ile dolu, parlak görünür. Ve o insânın dili okumasa dahi, ma'nâsı
derhal "Allâhü nûrussemâvâti vel'ardı ..." (24'üncü sûre:
Nûr, âyet:35) âyet-i kerîmesini okur.
Onun için îman; hem bir nûr, hem bir kuvvetdir.
Hakikî îmanı elde eden kimse, kâinata meydan okuduğu, onun nazarında
ferşden arş'a kadar olan sâha, sivrisineğin kanadı kadar gelmediği,
hayat sefînesinde hâdisatın dağlar gibi dalgaları arasında en emîn bir
şekilde fütursuz seyrvn etdiği, bütün sğırlıkları Kaadir-i Mutlak'ın
eline emânet ederek râhatla bu dünyadan göçdüğü ve yine rahatla Berzah'da
beklediği, ölümü; hayât-ı ebediyyenin mukaddimesi, kabri, seâdet-i ebediyyenin
kapısı olarak gördüğü halde; küfre mübtelâ olup sahte benliğine güvenen,
gafletin karanlığına düşerek dalâlet zulmetinde boğulan kimse ise; ebedî
hayâtı bir büyük mezar sûretinde, yokluklar, karanlıklar içinde görür,
gaayet fırtınalı ve tesâdüfe bağlı bir dehşetgâh ve vahşetgâh olarak
tanır. Hattâ o küfür ona bütün mevcûdâtı bir canavar hükmünde bildirir.
Hâlbuki îman, âlem-i gayba âid keşfî dereclerin evvelidir. Bu öyle bir
binekdir ki buna binen kimse, âlî makamlara doğru yükselir.
Îman, akla nisbetle uzak olan bir şey
üzerinde kalbin muvâfakatından ibaretdir.Akıl ile bilinen her şeyde
kalbin tevâfuku olmazsa ona îman denilmez. Bu şuhûda âid delâilden istifâde
eden nazarî ilimlerdir, binâen'aleyh îman değildir. Zîra îmanda,kalbin
bir şey'i delilsiz kabûl etmesi meşrutdur. Yine îman, tasdîk-ı mahzdan
ibâretdir. Onun için de akıl nûru, îman nûrundan nâkısdır.
Akıl, hikmet kanadıyla uçar. Hikmet kanadları ise delillerden ibaretdir.
Delâil ise eseri zâhir olan şeyde bulunr. Eşyâ-yı bâtınada delil bulunmaya
imkân yokdur. Onun için îman kuşu, kudret kanadlarıyla uçar.
Îman sâhibi, kendisine haber verilen şeylerin hakaaikını basireti ile
rü'yet eder. Ya'ni bu rü'yet ancak îman nûruyla mekşûf olabilir.
Cenâb-ı
Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde: "Elif lâm mîn zâlikel kitâbü lâ raybe
fiyh... hümül müflihûn"(2'nci sûre: Bakara, âyet: 1-5):
"Kitâba karşı şübhe ve şekkin mündefi
olması ancak mü'minler içindir. Çünki onlar kitâba îman etdiler, delîl-i
aklî ve nazariyeye ehemmiyet vermediler. Kendilerini aklın kayıdlarıyla
mukayyed kılmayıp gelen haberi aynen kabûl etdiler, şeksiz inandılar"
buyuruyor.
Hulâsa bir kimsenin îmânı, delillere bakmaya
ve akılla takyîde muhtâç olursa o kimse henüz sübhesiz bir îmâna mâlik
değildir.
Demek oluyor ki, îman insânı insân ediyor.
O halde insânın en büyük aslî vazifesi îman oluyor. Çünki bütün vazifeler
ancak îman aşkı ile iyi netice verir.
Küfür ise insânı ancak gaayet âciz bir hayvan derekesine indiriyor.
( Belki bu cümde de hayvana bir hakaretdir. Zira o da lisân-ı hâliyle
Hakk'a da'vâcı olur da neye onu bana lâyık gördüler der.)
Şimdi bütün bu söylediklerimizi isbat, daha doğrusu te'kid bâbında insan
ile îmânın tev'em olduğuna dâir açık bir misâl verelim:
Bunun için insân ile hayvanın dünyaya
geliş tarzlarındaki farka bir nazar atfetmek kâfidir.
Görüyoruz ki, hayvan dünyaya geldiği zaman âdeta başka bir âlemde isti'dâdına
göre tekemmül etmiş gibi mükemmel olarak gelir. Daha doğrusu öyle gönderilir.
Ya iki saatde, ya iki günde, yâhut iki ayda bütün hayâtının şartlarını
ve kâinat ile olan münâsebâtını öğrenir, meleke sâhibi olur. Hakikaten
insânın yirmi senede kazanamadığı hayâtî iktidarı ve amelî melekeri
bir hayvan yirmi günde tahsîl edebilir, ya'ni ona ilhâm olunur.
Bundan şu netice çıkıyor ki:
Hayvanın aslî vazifesi teallüm ile tekemmül etmek değildir. Kezâ ma'rifet
kesbetmekle terakki etmek de değildir. Veya aczini göstererek meded
istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, isti'dâdı nisbetinde amel
etmek, ya'ni fi'lî ubûdiyyetdir.
İnsân ise dünyaya gelişinde her şey'i
öğrenmeye muhtacdır, hayat kanunlarına câhildir. Hattâ yirmi senede
dahi tamamen hayat şartlarını öğrenemez. Belki ömrünün sonuna kadar
öğrenmeğe muhtaçdır. Sonra gaayet zaîf, âciz bir suretde dünyaya gönderilip
ancak bir iki senede ayağa kalakabilir. On beş senede ancak zararını
ve nef'ini fark edebilir. Cemâat-i beşeriyyenin muavenetiyle ancak menfaatlerini
tanır ve zararlarından sakınabilir.
O halde apaçık anlaşılıyor ki: İnsânın fıtrî vazifesi, teallümle tekemmül
ve dua ile ubûdiyyetdir.
Ya'ni kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum, kimin keremiyle
böyle müşfikaane terbiye olunuyorum, ne gibi lûtuflarla böyle nâzenînâne
besleniyorum ve idare ediliyorum diye tefekkür edip, Hâlikına karşı
şükretmek, yetişemediği hâcâtına dair ise sahibine, Allah'ına lisân-ı
acz ile yalvarmak ve istemekdir.
Demek ki insan bu âleme ilim vasıtasiyle tekemmül etmek için gelmişdir.
Zîra dikkat edilmelidir ki; her şey mâhiyet ve isti'dad i'tibariyle
"ilme" bağlıdır. Onun, ya'ni bütün ulûm-ı hakikıyyenin esâsı,
ma'deni, rûhu ise ma'rifetullahdır.
Onun üssü'l-esâsı da: Îmân-ı Billâh'dır ...
|