Yeşil Hoca

Gavs-ı A' zam Abdülkadir Geylani HAZRETLERİ
Hz. Muhammed (S.A.V) Eserler Hz. Ali


Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri'nin Hayatları

     Gavs-ı A'zam Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin şecere-i mübârekleri,
pederleri cihetinden İmâm-ı Hasen aleyhisselâma, anneleri cihetinden de İmâm-ı Hüseyn aleyhisselâma gider.
     Künyeleri: Ebû Muhammed'dir.
     Tenezzülen bu âleme tulûları: Hicretin 471. senesindedir.
     Bu âlemden âlem-i cemâle teşrifleri: Hicretin 561. senesindedir ki, bu sahne-i şühudda sûret i'tibariyle duruşları doksan bir senedir.
     Vilâyet üzerine doğmuşlar, Ramazanda şer'i şerif ile bildirilen oruc zamanlarında
mübârek annelerinin memelerini almamışlardır. Küçük yaşlarda mebâdî-i ulûmu, "Geylân" da efdal-i ulemadan tahsil etdiği beyan edilirse de, vilâyet üzere bu âleme tenezzülen teşrif eden bu gibi zevâtın muallim-i hakikisi Allah'dır. Zira onların ilk kitabları: Levh-u Mahfuz, hâdimleri de Kalem-i A'lâdır. Henüz pek küçük yaşlarında hâlleri ile en azılı eşkıyâyı irşad etmişlerdir.
     Şöyle ki:
     Mübârek annelerinden: "Bağdad'a gideceğim, tahsîlimi ikmâl edeceğim" diye -ki bu cedd-i a'lâları Resûl-i Zîşân'ın işâretleri ile ilk irşâda çıkışlarıdır - izin almışlar. Bunun üzerine anneleri, elbiselerine kırk altın yerleştirmişler, oraya giden büyük bir kâfileye katmışlar. Yolda kafileyi eşkıya sarmış, herkezin nesi varsa müşâdere etmiş:
     "Çocuk! Sende de bir şey var mı?" diye Hazret-i Pîre sorduklarında, Hazret-i Pîr:
     "Evet, bende de kırk altın var" diye cevab verince, şakiler, istihzâ ediyor zanniyle kendilerine yaklaşmadan reislerinin yanlarına dönmüşler.
     Eşkıyânın başı:
     "İyice araştırma yaptınız mı ? Kimsede bir şey kalmamış mıdır?" diye maiyyetine sormuş.
     Maiyyeti:
     "Evet, iyice tarandı, yalnız içlerinde bir çocuk var sende de bir şey varmı diye sorduğumuzda: "Evet bende de kırk altın var" diye bizimle eylendi" demişler.
     Reisleri:
     "O çocuğu görmemiz lazım" diyerek Hazret-i Gavs'ın yanına gelmişler ve Hazret-i Abdülkadir-i Geylâni'ye hitaben:
     "Doğru mu, sende kırk altın var mı ?" diye sormuşlar.
     "Evet!" Cevabını alınca,
     "Onları senden alacağız !" demişler.
Bunun üzerine Hazret-i Şeyh, elbisesine yerleştirilen altınları çıkarmaya başlamış, reis-i eşkıyâda da bir titremedir başlamış. Ve Hazret-i Şeyhe hitâben:
     "Bunu sen söylemeseydin biz sana dokunmayacakdık, neye söyledin ?" demiş.
Cenâb-ı Gavs cevaben:
     "Ben, Hazret-i Tâhâ'nın, Cenâb-ı Muhammed (aleyhisselâtü vesselâm)'in yavrusuyum. Bizde yalan olmaz, îmanla yalan bir arada durmaz. Âdi dünya mata'ı içün yalan söyleyip de Allah'ın huzuruna, o büyük divana lekeli yüzle çıkamazdım" buyurmuşlar.
     Hazret-i Gavs bu sözleri ne şekilde bir iman boyası ile muhatabının kalbine vurdular ise; eşkıya derhal Sultân-ı Evliyânın pûtesinde erimeye, şekaaveti seâdete, kesâfeti letâfete inkılâb etmeye, kalbi, Allah'ın emirlerine ta'zimkâr, mahlukatına karşı rikkatle çarpmaya başlamış, gözlerinde nedâmet yaşları belirmiş. Ve mümkün olduğu kadar da o âna dek gasbettiği şeyleri geri vererek, Hakka tevbelerini kabûl etdirip kâm almış.
     Evet, Bazü'l-Eşheb Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerine Cenâb-ı Hak hususi bir ikram olarak îcad ve îdam kudretini vermişlerdir. Kendileri mezheb-i aşkın imâmı olup nice evliyâullah yetiştirdiği gibi, mezheb-i şerîatde de birçok Hanbelî fukahâsı yetiştirmişdir. Hazret-i Abdülkadir-i Geylânî, gavsiyyetini bir cum'a günü hutbede i'lan etmişdir. O gün o huzurda bütün eâzım, kibâr-ı evliyâullah'dan bir çok zevat, Hakkın nedîmleri, Hakka karîb olanlar, garibler yer almışlar, Hazret-i Gavs'ın nazar-ı akdesine tesâdüf edenler hâlden hâle geçmişlerdi. Onun kadem-i me'nevîsi bütün evliyâullahın ma'nevi boyunlarına basıyordu... O anda hâzır, gaaib bütün evliyâullah boyun kesmişlerdi. Zira bu gavsiyyet, Hazret-i Gavs'a Âyân-ı Sâbitede verilmişdi. Fahr-i Âlem mi'raca teşriflerinde, Cenâb-ı Gavs ma'nevi vücudları ile kademi seâdet-i Ahmedîyi boyunlarına bastırmışlar, Cenâbı Hudâ da onun sırrına:
     "Yâ Gavs! Sen gavsiyyetini izhâr etdiğin vakit, bu tecelli sende de olacak!" diye ferman buyurmuşdur.
Şu kadarını söyliyelim ki bu bahisler, îmân-ı zevkîye, ma'nâ-i zevkîye teallûk
eden bahisler olduğundan, elfâz ile, kelimât ile, savt ile lâyıkıyla anlatılamaz. Hele maddenin kesâfetinde gezen, kitâbını, paranın üzerindeki rakkam olarak tanıyan, bunladan hiçbir şey anlayamaz.

*****

Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri'nin Kerametlerinden


     İşte Hazret-i Şeyh, gavsiyyetini i'lân edip, bütün evliyâullah onun ma'nevî kademine boyun kestikleri vakit bir veli'den büyük bir zelle sâdır olmuş, "ben de vilâyet sâhibiyim" diye boyun eğmemiş, fakat bu hâl ona çok ağıra mâl olmuş, acîb bir ibtilâya uğramış.
     Şöyle ki:
     O zât, mürîdânı ile birlikde siyâhate çıkar, Bizans'a uğrarlar. Bizans hânedanından bir kızı sarayın penceresinde görür derhal teallûk peyda eder.
     Kız:
     "Ben sana her gün pencereden bir def'a görünürdüm, anşartın ki sen zünnar bağlayacaksın, şu sevdiğim domuz yavrusunuda yere indirmeden boynunda taşıyacaksın" der ve daha bunun gibi birçok şeyler teklif eder.
O zât, bu ağır ibtilânın hepsine "pekiyi" der. Etrafındaki müridleri ise:
     "Efendi! Sen himmetinle bizi bu kadar irşâd etdin, Allah'ın lûtfu ile kemâle erdirdin. Bu ne haldir ?"
Diye ibtilâsından kurtarmak içün günlerce uğraşırlar, en nihayet: "Beni bırakın ..." kat'î cevabı ile karşılaşınca terkederler, siyâhatlerine devam ederler ve Hazret-i Gavsın huzuruna girerler.
     Cenâb-ı Abdülkadir-i Geylânî, o Pîr-i A'zam bunlara hitâben:
     "Sizin efendiniz vardı, ne oldu?" buyururlar.
     Müridler:
     "Ah efendim ! O bir ibtilâya uğradı" diye mâcerâyı anlatırlar ve onu terketdiklerini söyleyince:
     "Yaa! Siz öyle mi söz vermişdiniz? Allah içün yapılan hukuka böyle mi riâyet edilir? Gidin onu bana çağırın!"
Bir şübhe içinde çağırmaya dönerler, şeyhlerine mülâki oldukları zaman onu yine sarayın penceresine nâzır olan ayni noktada ibtilâsında müstağrak bir hâlde görürler, kemâl-i edeble yaklaşırlar:
     "Efendim! Gavs-ı A'zam Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin size selâmı var, sizi da'vet ediyorlar" der demez ve daha cümlelerini bitirmeden, o zâtda âni olarak tecelli değişir, tatlı bir gözyaşı ile:
     "Bâşüstüne" diyerek emre icâbet eder ve derhâl kıza gidip:
     "İşte zünnârın, bu da domuzunun yavrusu. İş buraya kadar" diyerek ayrılır. Fakat o zâtın ibtilâsı da aynen o anda kıza geçer, kız bu def'a:
     "Beni bırakma, ben de seninle geleceğim" diye yalvarmaya başlar. "Sen dayanamazsın" der, hakikaten kız, yolda âlemini değiştirir.
     Ve bu zât, Hazret-i Abdülkadir-i Geylâni'nin huzuruna kemâl-i mücessem-i edeb ü vefâ olarak girer. Pîr-i A'zam beşuş, cemâlli bir veche ile kendisini karşılar ve gaayet lâtif bir edâ ile:
     "Ne olurdu boyun kesseydin de o boynunda domuz yavrusu taşımasaydın" buyururlar.
İşte o mahbûb-ı sübhânî hazretleri böyle tesarruf sâhibi, taraf-ı ilâhîden nice ölü kalbleri ihyâye me'zun bir zât-ı alî idiler..