ALLAH'A
NASIL MÜNÂCÂTDA BULUNMALI ?
Ey
Âlem-i Ervahda vücûd-i rûhîsi ile Rabbisi ile muâhede yapan ve Allah'ına:
"Yâ Rab! Sen beni 'Ahsen-i
takvim' sırrına mazhar kıldın, cemâl ve celâl sıfatlarınla tahmîr etdin,
tıynet-i Âdem'e şeref-i mescûdiyyeti bahşetdin, bu keyfiyyeti şeytan
mütâlea edemediğinden dolayı "kör" tesmiye olundu da huzûr-ı
cemâlinden koğuldu, ben Senin büyük büyük in'âmını unutmayacağım, Sana
ve Senin muhabbetinin sureti olan Habîbine hiçbir şey'i tercih etmeyeceğim,
insânî seciyyemi ayak altına almayacağım, Senden gayrisine tapmayacağım,
senden gayrı gayem, Senden başka kıblem olmayacak, mahz-ı lûtf-ı fazlınla
kendine muhâtab tutduğun vech-i insânîmi Senden gayrı bir yere çevirmeyeceğim,
Sana şirk koşmayacağım, zâlime, küfre, münâfıka meyletmeyeceğim"
diye söz verip bu âleme bu sözünün imtihânı için gelen, doğumuyla Hükûmet-i
Sübhânî'nin ahz-ı askerinde silâh altında bulunan, ölümü ile de terhîs
edilen insan oğlu!
Dikkat
et! Kısa zamanda bu sahne-i âlemde yapılacak olan bu sözlerinin imtihânından
gafil olma. Sakın şeytan gibi kendine sahte bir varlık verip de "Ebâ"
ve "İstikbâr" elleriyle enâniyyetin ipine sımsıkı sarılma.
Zîra o ip seni çeker, hüsrân-ı ebedî gayyâsına düşürür de zelîl olursun.
Bu imtihandan alın akıyla çıkmak istersen, Kur'ân-ı Mübîn'den, o gurûbu
olmayan güneşin nûrundan feyz almaya çalış, ahkâmına mutâvaat et, derinliklerine
dal, onda beyân olunan kıssalardan hisseni al. O Kitâb-ı Celîl'de bilhâssa
peygamberlerin her birinin Rablerine karşı olan nâmütenâhî hikmetle
dolu münâcâtını, niyâzını işit, Allah'a hangi zamanda, nasıl, ne şekilde
münâcât olunacağını bil. Meselâ bu münâcât ve ne mühim bir vesîle-i
icâbetdir:
Şöyledir:
"Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
innî küntü minezzâlimîn" (21'nci sûre: Enbiyâ, âyet: 87)
Hazret-i Yûnus, bir gecenin kopkoyu karanlığında, deniz kudurmuş dalagalaar
dağlar gibi yükseldiği bir anda denize atılıyor, büyük bir balık da
onu yutuyor. Ve o anda her tarafdan ümid kesilmiş, esbâb tamamen sukut
etmiş, iltica' olunacak hiçbir yer kalmamış ...
İşte "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
innî küntü minezzâlimîn" münâcâtı Hazret-i Yûnus en sür'atli bir
kurtuluş vâsıtası oluyor. Zîra Hazret-i Yûnus, orada kendisinin imdâdına
yetişecek öyle bir zât arıyordu ki: Hükmü hem geceye, hem denize, hem
cevv-i semâya geçecek bir kudretin sâhibi olsun. Çünki gece, deniz,
balık üçü birden onun aleyhinde ittifak etmişlerdi ... binâen'aleyh
onu sâhil-i selâmete çıkaracak öyle bir zât lâzımdı ki, her zerre Onun
emr ü kumandası tahtında kıpırdanabilsin, her şey Onun emrine müsahhar
olsun.
Zîra o anda bütün esbâbın te'sîri
düşmüş... Bütün hâlk Hazret-i Yûnus'un hizmetkârı olsa, bütün kasalar
emrine âmâde bulunsa hiçbir faydası kalmamış... Müsebbibü'l-esbâb'dan,
evet Allah'dan başka halâskârı yok !..
İşte sırr-ı ehadiyyetin nûr-ı tevhidi olan o münâcât; o geniş zulmeti,
o kuvvetli ittifakı parçalamış, geceyi, denizi ve balığı Yûnus'a müsahhar
kılmış, o nûr; balığın karnını bir tahtelbahr hükmüne getirmiş, dağlar
gibi kabaran, kaynayan denizi; o nûr-ı tevhid emniyetli bir sahra, bir
meydan, bir tenezzühgâh kılmış, semânın yüzünü bulundurtmuş. Evet...
yine o nûr-ı tevhid, her tarafdan gelen tehdidi parçalamış, bütün eşya
Yûnus'a dostluk yüzünü göstermiş ...
Âyet-i celîlenin sırrını kendinde
de tatbik edebilirsin:
Âtîyi görmemekliğin senin için ne
karanlık bir gece, şu gördüğün, üstünde gezdiğin küre ne dibi olmayan
bir deniz, her gün gözünün önünde binlerce cenaze o denizin ne korkunç
dalgaları, iklîm-i vücûde çöreklenmiş olan "nefs-i emmâre",
hayât-ı ebedîni boğmaya çalışan ne acâib bir balıkdır. O hâlde bu zulmetden
nûre çıkmak için Müsebbibü'l Esbâb olan Allah'a
iltica et!
Acz-i mahz içinde kıvranan, ufak
bir mikrobun te'sîriyle yuvarlanan, anahtar deliğinden geçen ince bir
rüzgârla tepelenen insan, Müsebbibü'l-Esbâb'a iltica ederek "Lâ
ilâhe illâ ente sübhâneke innî minezzâlimîn" demeli, bu münâcâtı
dâima tekrâr etmeli.
"Lâ ilâhe illâ ente" cümlesiyle:
İstikbâli,
"Sübhâneke" kelimesi ile:
Dünyâyı,
"İnnî küntü minezzâlimîn"
lâfzı ile : Merhamet-i İlâhîyi kendine celbetmelidir.
Gönül evinin kedûrâtı silinmeli, o ev, îmânın nûru ve Kur'an'ın mehtâbı
ile aydınlanmalıdır.
Binâen'aleyh:
"İnneddiyne ındallâhil islâm"
(3'üncü sûre: Âl-i Imrân, âyet: 19) sefîne-i muazzamasına binen; hiçbir
dalganın, hiçbir şey'in te'sîri olmadan seyahat eder, o dalgalar ona
dehşet ve vahşet yerine, ibret verir.
Çünki dalâlet ve gaflet sebebiyle aleyhimize ittifak eden her korkulu
şeyden bizi ancak o Zât-ı Bârî kurtarabilir. Dünya Onun hükmünde, nefsimiz
Onun taht-ı idâresindedir. Yerin ve Göklerin hâlikıdır. Ondan büyük,
Ondan gayrı halâskâr olmaz. Bizi dünya denizinden, nefs-i emmâre belığından
kurtaracak yine ancak Odur.
Şimdi
bir de Hazret-i Eyyûb'un sabrını ve bu sabır neticesinde Cenâb-ı Hakk'a
olan münâcâtını, dolayısiyle sabır nedir, sabırlı insan kime denir,
bu sahne-i âlemde bunun en yüksek misâlini kim vermişdir? Bunları öğrenelim:
Evet, bu sahne-i şühûdda sabrın en yüksek misâlini Hazret-i Eyyûb vermiş,
alacağı ecrin mükâfatını düşünerek kazâ-i ilâhîye boyun kesmiş, o meşhûr
hastalığının ızdırabına çok kuvvetli tehammül ederek böylece sabrın
mümessili olmuşdur.
"Ve
eyyûbe iz nâdâ rabbehû ennî messeniyeddurru ve ente erhamürrâhımiyn"
İşte bu âyet-i celîle ile Cenâb-ı Hak, sıfât-ı ilâhisinden bir sıfat
olan sabır sıfâtiyle muttasıf bulunan Hazret-i Eyyûb'un ne vakit Allah'a
münâcât etdiğini i'lân ediyor:
Vaktâ ki ızdırab Hz. Eyyûb'un kalbi ile diline sirâyet etti: "Ya
Rabbi! Tesbîhime âlet olan lisânımda ve ma'rifet-i ilâhînin mahalli
bulunan kalbimde ârızanın zuhûru, kulluk vazifeme halel veriyor. Bu
münâcâtım kendi istirahatim için değil, hastalığım, sana olan ubûdiyyetime
halel geldi. Beni bunlardan mahrûm etme ..." diye Cenâb-ı Hakk'a
yalvarmaya başladı.
Cenâb-ı Hak da, mütedarrıâne, sâfi,
garazsız, Allah için olan bu niyâzı, dergâh-ı icâbetde gayet güzel kabûl
etti ... Hazret-i Eyyûb, "Şâfi" isminin tam tecellîsi karşısında
kaldı. Erhamerrâhıymiyn'in merhametine mazhar oldu.
Şimdi, ey îman caddesini ihtiyâr ederek yürümek isteyen Âdem oğlu !
Kıssayı kendi enfüsümüze tatbik edecek olursak, Hazret-i Eyyûb'un hastalığı,
onun nihayet birkaç günlük dünyevî hayâtını tehdîd ediyordu. Hâlbuki
bizim, saydığımız hastalıklardan dolayı Hazret-i Eyyûb'dan bin defa
daha ziyâde münâcâtda bulunmamız îcâbeder. Zîra işlenen her günah, kafamızda
belirlenen her şübhe; kalbimizde, rûhumuzda ne büyük cerîhalar açar,
bu cerîhalar kalbin bâtını olan gönle ilişip îmânı ne kadar zedeler.
Yine bu yaralar, o îmânın tercemânı
olan lisânın zevk-ı rûhîsine ilişirde Allah'ı anmaktan bizi nefretle
kaçırtır.
Evet ... günah işleri, kalbi simsiyah yaparsa o kalb, nûr-ı îmânı rahatsız
edip çıkartıncaya kadar sertleşir. Çünki her bir günah içinde küfre
gidecek bir yol vardır. O günah istiğfar ile çabuk imhâ edilmezse canlanır,
vücud bulur, harekete geçer, kalbi ısınır.
Günah işleyip de, bu günâhı hiç
kimsenin duymamasını isteyen kimse, Meleğin vücûdunu elbetde inkâra
bahâne arar. Yine büyük bir irtikâb eden kimse, cenennemin yokluğunu
elbetde arzû eder. Onda daima bir inkâr neş'esi uyanır.
Vücûd-ı ilâhîye karşı kendisinde ufak bir şübhe belirse kat'î bir delil
gibi ona yapışmaya çalışır. Böylece de büyük bir felâket kapısı açılır.
"Allahü
lâ illâ hüvel hayyül kayyûm" (2. sûre: Bakara, âyet 255).
Hükûmet-i Rabbânîsinin hükümdârı
olan Allah'ın mükerer emirlerine karşı tenbellik yapan bir kimseye bu
tenbelliği elinde olmayarak büyük bir sıkıntı verir ve o kimse lisân-ı
hâliyle: "Keşke şu vazife-i ubûdiyyet olmasa idi ..." der.
İşte bu sözden bir nevi Allah düşmanlığını koklamak isteyen bir inkâr
arzusu uyanır. Onun için, ârifde da'va, muhibde şekvâ olmaz. Esâsen
insanların şikâyete hiçbir cihetle hakları yokdur. Zîra Allah'ın "Şâfi"
ismi, hastalığı muktazî olduğu gibi "Rezzâk" ismi de açlığı
iktizâ eder...
|