Ey
ümmet-i Muhammed !
Hubb-ı
Sübhânîsiyle hâlkolunan bizlerin; Hakk'a vâsıl olması (erişmesi), ancak
aşk-ı Rabbvnî ile olur. Aşkın tedâriki için de pûte-i Muhammedîde erimek,
bu pûteye girebilmek için de îman menba'ından tefeyyüz etmek zarurîdir.
Kudretde her hâdise bize büyük dersler verir. Meselâ tuz memlâhasına
düşen en necîs (pis murdar) hayvanın her zerresi tuza inkılâb eder (dönüşür).
İşte bunda bize büyük ibret vardır. Memlâha-i Muhammediyye'ye düşen
kimsenin de niçin şekaveti (kötülüğü) seâdete, kesâfeti (bulanıklığı)
letâfete (hoşluğa) inkılâb etmesin ?.. Zira bu âleme; âlem-i imkân denilmişdir.
Şübhe yokdur ki Hazret-i Resûl'ün nazar-ı
akdesi (en kudsal nazarı) ile iltifâta nâil olan mücrim (günâh işleyen),
hemen muhterem olur.
İman aşkını tedârik ise ancak din ile
olur.
Din ne demekdir ?
Bu suâle çok ehemmiyet vermek lâzımdır.
Bizde " Din ne demekdir ?" diye
sorulunca, hemen ekseriyyet: "Namaz kılmak, oruç tutmak" diye
cevab verir
Hâlbuki namaz kılmak, oruç tutmak dînin umdesidir, din değildir.
Din : Bizim bu âleme nereden geldiğimizi, burada ne gibi vazifelerle
mükellef bulunduğumuzu ve bu âlemden sonra nereye gideceğimizi bildiren
bir ilm-i celîl'dir
Aslını, Rabbisini, meâdını bilmek aşkıdır.
Müsbet ilimler ya'ni fennî ilimler bizim bu âleme nereden geldiğimizden
ve bu âlemenden sonra nereye gideceğimizden bahsedemez. Bahsederse mevzu'unun
hâricinine çıkmış olur ki o zaman fen olmaz.
Fen ancak hâdiseler arasındaki münâsebâtı araşdırır, "nasıl?"
sualine cevab verir. "Niçin ?" sualine cevab veremez. Din
ise "niçin" suâline cevab verir.
İnsan da âsûde kaldığı vakit kendi kendine şu
dört suâli sorar :
" - Ben neyim ?"
" - Nereden geldim ?"
" - Niçin getirildim
?"
" - Nereye götürüleceğim
?"
İşte bu dört suâlin cevâbını insâna ancak DİN
verir.
Din ve îman, mürebbî-i vicdandır.
Kürede belli başlı altın din vardır: Buda, Zerdüşt, Brahma, Yehûdiyyet,
Hristiyâniyyet, İslâmiyyet.
Bu altı dinin içerisinde vahdâniyyet-i İlâhiyye'yi i'lân eden yegâne
din: İslâm dînidir.
Mâdâmı ki Allah birdir, bütün mevcud O'nun azameti tahtında toplanmağa
mahkûmdur.
Dînin muallimlerine ise Enbiyâ denir.
Enbiyâ : Allah'ı isbâta değil, O'nu beyâna, kemâlât-ı ilâhiyyesini i'lâna
gelmişdir. Zîra Allah, isbâta muhtaç değildir.
Hazret-i Muhammed, bütün enbiyâ'nın sertâc-ı ibtihâcıdır ve Hazret-i
Muhammed'in tanıtdığı gibi Allah'ı tanımıyanların Allah'a îmanları sahih
olamaz. Kitâbullah, Hazret-i Muhammed'i, herkesin bulunduğu sınıfa göre
ta'rif etmişdir.
Anlayışı en az olan sınıfa: (Ene beşerün mislüküm...) demiş.
Dîni iyi anlayanlar bu âyet-i celîleden:"(Ey misle mecmû'ıküm leyse
ehadün minküm) ma'nâsı da tahsîl olunur" demişlerdir.
Ma'nâsı şudur: " Ben sizin heyet-i
umûmiyyeniz gibiyim, içinizden biriniz gibi değilim"
Bu ne demekdir, bilir misiniz ?
İzâh edeyim:
Bu âlemde vücud bulan her ferdin, mutlaka
diğer ferd üzerine tercih olunabilecek bir sıfat-ı âliyyesi vardır ve
bu sıfat dolayısıyla bu âleme gelmesi iktizâ-i hikmet olmuşdur.
Meselâ: Ben sizden iyi görürüm, siz benden iyi yazarsınız. İşte benim
sizden daha iy görüşüm size tercîhimi muktazî olan sıfatdır.
Binâen'aleyh: (Ene beşerün müslüküm) âyeti : " Hazret-i Muhammed,
bilûmum beşerdeki kemâl sıfatlarının toplamıdır" ma'nâsını i'lân
eder.
Esâsen kendileri: " Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamaya gönderildim"
diye beyan buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Resûlullah'ı biraz daha iyi anlayanlara : (Ve
mâ rameyte iz rameyte ve lâkinallahe remâ) fermânı ile beyan buyurmuşdur.
Hulâsa Cenâb-ı Fahr-i Âlem Efendimizi iyi anlamaya çalışalım. Hazret-i
Muhammed'e îman, Allah'a îmandan daha zordur. Zîra Allah, hâdisat ve
tasavvuratdan münezzehdir, hiçbir şey'e benzemez, ehadiyyeti(birliği),
teayyün için değildir, ferdiyyeti de aded manzûmesinde çiftin mukaabili
olan ferdiyyet değildir. O, bütün kudretlerin sâhibidir.
O'nu inkâr eden de tasdikdedir. Fakat farkında değildir zavallı. Çünki
beşer dâima acz halindedir. Aczini görüncede mâfevk (üstün) kudret meydâna
çıkar.
Hazret-i Resûlüllah'a îman zordur dedim. Evet çünki Cenâb-ı Peygamber
de yer, içer, gezer ve kemâlât-ı insâniyyeye âid muâmeleleri yapar.
Binâen'aleyh bâb-ı vahy'i iyi anlayamayanlar: "O da bizim gibidir"
der de ayağı kayar.
Cenâb-ı Hak: (Ve terâhüm yenzurûne ileyke ve hüm lâ yübsırûn) : "Habîbim
! Onlar sana bakıyorlar amma göremiyorlar" buyuruyor.
Demek oluyor ki, bakmakla görmek arasında fark vardır.
Bir Amerikalı doktor şöyle diyor:
"Hazret-i Muhammed'in :-Cüzzam illetinden arslandan kaçar gibi
kaçın- hadîsini gördüm ve dedim ki :
Benzeyen ile benzetilen arasında bir münâsebet olmassa Hz. Muhammed
(Aleyhisselâm) -arslandan kaçar gibi kaçın - demezdi. Ya'ni niçin kurtdan
kaçar gibi, kaplandan kaçar gibi demedi, hiç birini zikretmedi de arslanı
zikretdi ?
Bunun üzerine bu hastalığın uzun seneler işledim, neticede bu hastalığın
mikrobunun arslan şeklinde olduğunu gördüm ve hayretler, zevkler içinde
kaldım ..."
Bakınız, Frenk, hadîsi, Kitâbullah'ı nasıl anlamamaya çalışıyor. Biz
ise Kur'ân-ı Kerîm'i mezarlıkda yatan ölülerimiz için okuruz. Sanki
o kitâb ölü kitâbı! Ve hangi müslümana " Kur'ân'ı niçin öğretirsin?"
diye sorarsanız: "Ne yapalım, iki ayağım çukurda, ben öldükden
sonra arkamdan okunur" diye cevab verir.
Bu hâl İslâm'a şîn teşkîl eder.Yanlış anlaşılmasın, ölünüze Kur'ân okumayın
demiyorum. Tabiî bu âlemden alâkasını kesen, âlem-i ma'nâya giden, hukukullaha,
hukuk-ı insâniyyeye hayatda iken hürmetkâr olan kimseye en büyük hediye
Kur'an okumakdır...
|