İslâmiyetin
yegâne gayesi, taklidden kurtulmak, mertebe-i tahkika vâsıl olmaktır.
Bu gayeye de mukaddemat-ı zanniyye ve mevzûât-ı fıkhıyye ile ulaşmak
pek mümkin olmayıp ancak tasavvuf ile mümkindir.
Binâen'aleyh hakayik-ı kainata ıttılâ'
içün sofiyye hazeratının ta'kib etmiş olduğu yoldan yürümek; her akl-ı
selîme sahib olan ve dînin bir ihtiyâc-ı ma'nevî ve vicdanî olduğunu
duyan, şiddet ve mertebece de ihtiyâc-ı maddî ve meâşîye tekaddüm ve
tefevvuk etdiğini tadan ve bu ihtiyâcın Hâlika âid kısmı insanların
tefekküre başladığı günden ya'ni iptidâ-i zuhurundan beri bir ma'bud
tanıdıklarını görenler içün umûr-ı lâzımadandır.
Kalb ve nefsin tehzibine i'tinâ eden, dünyayı bu görünen mezâhir olarak
değil, "Hak ve hakikatden alakoyan şey" diye tarif eden sofiyye
hazeratına "miskin" kelimesini izafe edenler büyük bir hata
ve çok büyük bir insafsızlıkda bulunmuş olurlar.
Tarihi tedkik edecek olursak, İslâm'ın ruhiyyâtını
aktâr-ı cihana sofiyye hazeratı yaymıştır.
Onların sözleri doğru, ef'âl ve halleri Kitâb-ı İlâhîyi beyan ve hitabları
ruha olduğundan tevhid neş'esini gönüllere muhabbetle, şevkle sokmuşlardır.
Ve Kur'ân-ı Mübîn'de: " İlimde rüsuh bulanlar"
diye vasıflandırılan sınıf bu sınıftır.
Fen ile ilmi ve dîni sarıştıran bu sınıftır.
Kur'ân-ı Mübîn'in elfazı Arapçadır, ma'nâsı Allah'çadır. İşte bu Kitâb-ı
Mübîn'in en ince ma'nâlarına âgâh olan sınıf yine bu sınıftır.
Ehl-i rüsûm, Kitâb-ı Mübîn'in ma'nâ-i ruhîlerine
lâyıkı ile âgâh değillerdir.
İman başkadır, âyet-i celîlelerin ma'nâ-i zevkîsi sorulduğu vakit gönülleri
doyurarak cevab vermek yine başkadır.
Bu hususta birkaç canlı misal verelim:
Sûre-i Duhâ'da :
(Vedduhâ. Velleyli izâ secâ. Mâ vedde'ake rabbüke ve mâ kalâ. Ve lel
âhıretü hayrun leke minel'ûla. Ve lesevfe yu'tıyke rabbüke feterdâ.
Elem yecidke yetiymen feâvâ. Ve vecedeke dâllen fehedâ. Ve vecedeke
âilen feağnâ. Feemmelyetiyme felâ takher. Ve emmessâile felâ tenher.
Ve emmâ binı'meti rabbike fehaddis.) Buyurulmuştur.
İmdi: Sofiyye hazeratından olmayan ecille-i ulemânın en kibarlarından
olanlarının âyet-i celîleye verdikleri ma'nâları arzedelim:
" O duhâya ve indiği zaman o geceye kasem
olsun ki, veda' etmedi Rabbin sana ve darılmadı. Ve herhalde sonu, senin
içün önden hayırlı. Elbetde âhiret sana dünyadan daha hayırlıdır. Ve
ileride Rabbin sana atâ edecek ki rızâya ereceksin. O, seni bir yetîm
iken barındırmadı mı ? Seni, yolunu şaşırmış gördüde doğru yola götürmedi
mi ? Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? Seni fakir buldu da haremin
Hadîce'nin malı ile zengin kılmadı mı ? Öyle ise sakın yetîme kahr etme,
ona zulmetme. Ve ammâ sâili zarlama, hâib gönderme. Fakat Rabbinin ni'metini
anlat da anlat"
İşte sofiyye hazeratının âsârının hâricinde ulemâ-i rüsûmun tefsirlerinin
ekserisinde hemen hemen gördüğünüz mealler bu şekildedir.
Bu husûsu daha açık beyan etmek içün Sûre-i
Duhâ'nın sebeb-i nüzûlünü arzedelim:
Sûre-i Celîle taraf-ı İlâhîden, vâkıf-ı esrâr-ı hikmet olan Şâh-ı Rüsül
Efendimizin mübârek hâtır-ı seniyyelerini tatyîb içün gönderilmiştir.
Şöyle ki:
Bir müddet Peygamber-i Zîşân Efendimize zâhirde vahy tecellîsi uzadı.
Fahr-i Âlem'in, emr-i İlâhî ile Hırâ dağından tek başına açmış olduğu
(La ilâhe illâllah) da'vâsına cebhe alıp, hasım olan müşrikîn-i muannidîn,
eimme-i mudıllîn, istihzâ yolu ile. "Muhammed'in Allah'ı Muhammed'e
darıldı, hiç vahy'den bahsetmiyor" dediler.
Eimme-i küfrün bu sözlerinden, ism-i a'zamın tahtgeni olan kalb-i pâk-i
Muhammedî rencîde oldu, derhal bu sûre-i celîle hükûmet-i Sübhânî'nin
sefîr-i kebîri olan nâmûs-ı ekber Hazret-i Cibrîl ile Huzûr-ı Risâlete
gönderildi.
İmdi, bu nazm-ı kerîmlerin huzûrunda huşu' ve hudu' ile duralım:
Görülüyor ki âyet-i celîlelerde, Cenâb-ı Hak, Hâbîb-i Edîbinin incitilmiş
olan kalb-i pâk-i seâdetlerini tatyîb içün: " Gündüzün apaydınlığına,
gecenin çöken kopkoyu karanlığına" kasem ediyor.
Gece ile gündüz ki; kazâ-i İlâhî makasıdır (mikrasıdır) Ya'ni şuûnât-ı
kevniyye onların açılıp kapanmasıyla cayır cayır doğranır, ömür kumaşları
onlarla biçilir.
İşte Cenâb-ı Hak bu kadar nâzik bir nokta üzerine yemîn ediyor: "
Rabbin seni ne terkedebilir ve ne de darılabilir, sen hoşnûd oluncaya
kadar ihsân edeceğim" diye vayh gönderiyor.
Şimdi burada dikkatle duralım:
Bu nazm-ı kerîmlerdeki nezâket-i Sübhânîden sonra, "Seni fakir
buldu da Hadîce'nin malı ile zengin kılmadı mı ? Yâhud ganimet ve gayrı
şeylerle zengin yapmadı mı?Yolunu şaşırmış gördü de doğru yola götürmedi
mi?" .. gibi hitabların tecellisi nasıl olur diye insanın gönlünde
bir incinme yapmaz mı ?
Bu gibi hitabları kullananlara lisân-ı örfde bile, ya'ni birisi birisine
bir şey yapsada, sonra "ben sana şunu yaptım, bunu yaptım.. dese,
ehl-i kemâl onlara: " Ne kadar kaba ve sonradan görmüş" ta'bîrini
kullanırlar.
Cenâb-ı Hakk'ın ise :
(Ve kefâ billâhi şehîden muhammedün resûlüllah" diye tebcîl etdiği
Habîbine göndermiş olduğu bu âyetlerdeki bu ma'nâlar nasıl kabûl edilebilir?
Bu gibi ma'nâlar bilmem ki ne dereceye kadar îmân-ı zevkîde yer bulabilir?
Yine. " Sakın yetîme zulmetme, kötü muamelede bulunma, onun malını
alma, fakiri azar ile kovma" gibi ma'nâlar ne dereceye kadar kalb
âlemine huzur verebilir?
Vâkıa âyet-i celîlelerin lûgat ma'nâları böyledir. Fakat murad-ı İlâhî
nedir?
Kur'ân'ın elfâzı Arapçadır, ma'nâsı Allah'çadır. Yalnız Arapça olsaydı,
her Arab'ın okuyup anlaması lazım gelirdi. " O, bir sır kutusudur,
erbabına açılır" denmişdir, ne kadar yerinde söylenmişdir.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Mübîn'de bir nazm-ı kerîmde Resûl-i Ekrem'in şânında:
(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten ili'alemin): "Biz Azîmüşşân seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyuruyor.
Sonra nasıl olur da: "Yetîme zulmetme, malını yeme, fakîri kovma"
diye emreder ?
Değil Resûl-i Ekrem, hattâ dindar veya azıcık insanlık âlemine kadem
basan adam bile yetîme hor muamele edemez.
Hayat-ı Nebî kâinatda hiçbir şahsa kısmet olmayan bir husûsiyette elhamdü
lillâh mahfuzdur. O Zât-ı A'lâ, değil yetîmi incitmek, sâili reddetmek,
düşmanlarına dahi merhamet elini uzatmıştır.
Hayatına su'-i kasd etmeye hazırlananlara: " Yâ Rabbi! Beni görmediklerinden,
bilmediklerinden bu çirkinliklere kalkmışlardır. Afvınla muamele eyle"
diye mübarek gözlerine sıcak yaşlar dolarak dua etdikleri ve zâtına
vâki olan tecavüzleri afvetdikleri yâr u ağyârın ma'lûmudur.
Demek oluyor ki âyet-i celîlelerin ma'naları elbetde birer husûsiyete
mâlikdir.
İşte bu husûsiyetleri Sofiyye hazerâtı bilir. Onların verdikleri ma'nâ;
akıl ölçüsü ile , ölenlerden aldıkları bilgilerle değil, bizzat kalblerine
tecellî eden ilhâmât iledir.
Şimdi de bir nebze onların bu sûre-i celîleye verdikleri ma'nâyı tahsil
edelim:
(Vedduhv velleyli izâ secâ. Mâ vedde'ake rabbüke ve mâ kalâ)
"Şuûnât-ı kevniyyeyi doğrayan, kazâ-i İlâhi makası olan gece ile
gündüze yemîn ederim ki, Rabbin seni ne terketdi ve ne de darıldı."
Bu ma'nâ tahsîl olundukdan sonra şöyle bir ma'nâ da tahsîl etmişlerdir:
" Vech-i hakikat-i Muhammediyyene ve bütün cihet-i Ahmediyyene
kasem olsun ki; Rabbin sana ne darılır ve ne de terkeder."
(Velel âhıretü hayrun leke minel ûlâ.)
"İnd-i Sübhânide senin her an tecellîn ilk tecellînden daha hayırlıdır."
(Ve lesevfe yu'tıyke rabbüke feterdâ.)
"Âlem-i Me'ad'da, mahkeme-i dâd'da ferman senindir. Seni, hamdden
yapılmış, livâ-i hamd'in makam-ı mahmûd'un sâhibi kıldık. Sen râzı oluncaya
kadar Rabbin i'tâ edecekdir. Ya'ni din gününde, o, cüz'-i tasarrufların
alındığı günde Rabbin rubûbiyyetini senin rızana vermişdir. Âhiret dünyanın
kalbidir, o kalbin sâhibi seni kıldık. Senin kalbini esrâr-ı İlâhiyye
hazinesi yapmadık mı ?"
(Elem yecidke yetiymen feâvâ)
"Seni dürr-i yetim bulduk, ya'ni kemâl-i kabiliyetinde münferiddin,
sana tahsis edilen makaam-ı mahmûd'da yer verdik."
(Ve vecedeke dâllen fehedâ)
"Kudret-i İlahiyyeyi apaşikâr sana açıp senin hayretini izâle etmedik
mi ?"
(Ve vecedeke âilen feağnâ)
"Seni dürr-i yetim bulduk, ya'ni kemâl-i kalup da biz sana gınâ-i
zâtiyyemizle tecelli etmedik mi ?"
Nerede bu ma'nâ -i celîleler, nerede "haremi Hadîce'nin malı ile,
ganimetle zengin etmedik mi?" gibi ma'nâ lar?
Haydi sofiyyeyi beyenmeyen ehl-i zâ hirin verdikleri bu ma'nalara ehl-i
îman, îmanın zevkkinde müstağrak kalarak boyun keser.
Fakat hem dâ ll ve mudıll olanlara aziz dînin aleyhinde bulunmak içün
kapı da açar.
Nitekim öyle de olmuştur. "Cihadlar ganimet sevdası ile yapılmıştır"
diye dırıltılarda
işitilmiştir.
Yine sofiyye hazeratı bu nazm-ı kerîm'de : Cenâ b-ı Hakk'ın; gündüzün
apaydınlığı ile; Resûl-i Zîşânının kalb-i pâkine, o kalb-i pâke nâzil
olan ve oradan beşeriyyete tulû' eden aydınlığa, ya'ni, beşeriyyeti
en kesif zulmet perdesi kapladığı vakit o zulmeti parçalayan şems-i
hakikat-i Muhammediyyenin nûru olan o aydınlığa kasem etdiğine; gecenin
karanlığı ile de Habîbinin vücûd-ı beşerîsine kasem etdiğine işaret
buyurdukdan sonra şöyle ma'na veriyorlar:
"Habibim! Senin zâhirinden feyz-i nübüvvet ve risalet kat'edilemez,
bâtınından da
feyz-i vilâyet ayrılamaz. Ahvâl-i nihayetin ef'âl-i bidayetinden efdal
ve ekmeldir. Senin isti'dâd-ı zâtiyyene kemalât-ı zâtiyyemizle tecellî
etdik.
Azamet-i sübhâniyyemde hayretde idin, her şey'i açıkladık. Kemâl-i azamete
sahip kıldık. Fakir bulduk; ya'ni isti'dâd-ı kadîmin iktizası enaniyyetinden
fâni olmuştun, biz de beka-i vücudumuzla seni ganî etdik.
(Feemmel yetîme felâ takher)
"Yetim olan nefsine çok riyazat yaparak kahr etme. Senin nefsin
senin matîyendir, onun senin üzerinde hakkı vardır."
İmdi:
Buradaki yetîmin ma'nâsı nerede, ötede: " Yetîmi kovma, malını
yeme, hakkını gasbetme.." gibi ma'nâlar nerede..
|