|
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHIYM
Bu zat-ı ala hakkında bilgi toplarken
banada müracaat etmek lütfunda bulundular. Bu aciz hayatımda şahsımdan
istenen en zor görev ...
Katreden Deryayı sormak ...
Ma'na
ufkunda doğup gönül alemlerini aydınlatarak, yine ma'na ufkunda gurup
eden bu zatları bilmek ve bildirmek, yine kendilerine has bir yetenek.
Bizim onlar hakkında bildiklerimiz kendi kaderimizcedir. Dedelerimiz,
''Altının kıymetini sarraf , İnsanın kıymetini insan bilir '' demişlerdir.
Bundan sonra benim söylüyeceklerim; yine o zatın derslerinden bir misal
ile : '' Yenmiş meyvaların kurumuş kabuklarından duyulan kokulardan
ibarettir. ''
MUHAMMED
ŞEMSEDDİN YEŞİL EFENDİ HAZRETLERİNİN 7 cildlik '' FÜYUZAT '' adlı KUR'AN
tefsirinin başındaki '' İNSAN ve KUR'AN '' yazısı, kendisini tanımak
istiyenler için yeterli bir tariftir.
***
Çok
büyük bir hanımefendi olan o büyük zatın annesi Hanife Hanım, doğumunu
şu cümlelerle anlatır :
'' Hamileliğim müddetimce arkamda sağ tarafımda tertemiz beyaz elbiseli
bir zatın devamlı kontrolünde idim. Başımı cevirdiğimde omuzunu ve beyaz
elbisesinin bir kısmını görüyordum.
Rumi 1322'de Muharrem'in 10. günü sabah saat 10 sıralarında oğlum Muhammed
Şemseddin dünyaya geldi. Daha sonraki günlerde, ne zaman oğlumun salıncağını
sallamak üzere yanına dönsem salıncağı sallanır durumda buluyordum;
halbuki evde yalnız idim. Bir gün zevcim beraber, yer sofrasında yemek
yerken odamızın kapısında bir zat göründü. Elbisesinden , hamileliğim
müddetince arkamda olan zat olduğunu anladım. Zevcimle ben donup kaldık.
O zat salıncağa doğru yürüdü, uzun müddet oğlumuzun yüzüne baktı ve
dönüp kapıdan çıktı. Daha sonra, ma'neviyata agah olan zevcim, gördüğümüz
bu zatın Abdulgadir Geylani Hazretleri olduğunu söyledi. ''
Bendeniz
bunu bizzat o mübarek hanımın ağzından dinledim.
Bir gün, beyazıt sahaflar çarşısı 8 noda
o zatın kitapçı dükkanında idim. Kendisi büyük, esmer, mumlu
gibi bir kağıt çıkardı ve masanın üstüne açtı. Bu bir şecere idi. Zevcim
Adnan Selman ve şimdi hatırlıyamadığım bir kaç arkadaş vardı. Kendisinin
Abdulgadir Geylani neslinden geldiğini isbatlayan bu şecereyi, mübarek
parmağı ile işaretliyerek dedelerinin isimlerini gösterdi.
Yavuz
Sultan Selim zamanında doğudan gelen ecdadı, bu gün gerede yakınlarındaki
'' Ümmü Kemal '' tekkesinde yatmaktadır. Tekkeye ve o yöreye adını veren
o zata ''Olgunluk anası veya olgun kişi '' ma'nasına gelen '' Ümmü Kemal
'' lakabı halk tarafından verilmiş. Sefere giderken, Gerede yakınlarında
mola veren Yavuz Sultan Selim bu zatın namını duymuş kendisini davet
etmiş, sohbet etmiş, hürmet etmiş. Şüpheci insanlara mahsuz bir sıfat
alan merakını yenemiyerek, bu zatın büyüklüğünü sınama hevesine kapılmış.
Söylentiye göre, lalasıyla gizlice anlaşıp hiç kimseye sezdirmeden gece
lalasının ölmüş olduğu haberini yayıp, o zatı cenaze namazına çağırtmış.
Namaz kıldırmak üzere tabutun başına geçen Ümmü Kemal Hazretleri birden
bire arkasındaki padişaha dönüp : '' Padişahım, Ölü kişi niyetinemi,
diri kişi niyetinemi ? '' deyince, padişah şaşkınlıkla : '' Tabii ölü
kişi niyetine '' diyor. Namaz kılınıp bittiğinde ve tabut açıldığında,
lalanın ölmüş olduğu görülüyor ; böylece Padişaha ve orada bulunanlara
Allah dostlarının şakaya gelmiyeceğinin dersini veriyor.
İşte
kökü beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam'a
uzanan bu mübarek ağacın meyvası Muhammed Şemseddin Yeşil Hazretleri,
yarım asır ta'tilsiz, mazeretsiz Hazret-i Muhammed (s.a.v.) 'in muhabbetini
gönüllere aşılamış. O'nun getirdiği Kitabı, eşsiz bir belagatla beyan
etmiştir. Bu uğurda ne cefalara, ne eziyetlere katlanmıştır. Alem-i
Cemal'e teşrif edecegi son aylarda şeker ve kalp hastalığının en kritik
döneminde sendeliyerek, ayakları titriyerek manevi vazifesini devam
ederken, yakın dostu olan doktorların '' İntihar mı etmek istiyorsunuz
Efendim ! '' diyen bakışlarına, O ,mübarek kürsüsünden tebessim ederek
: '' Anlıyorum, içinizden sizin vaziyetinizde olan bir hasta, değil
kürsüye çıkmak, yatağında bile kıpırdamaması gerekir diyorsunuz, ama
ben hesabını bilen adamın, Hakk ve hakikatı beyan etmeden senelerce
yaşamaktansa , Hakk ve hakikati beyan ederek bir saat yaşamayı tercih
ederim '' diyerek , geliş sebebini ve vazifesinin azametini bildirmiştir.
Yine
aynı doktorların kendisi için çok daha faydalı ve iyi olucağı inancıyla
hastahaneye yatması gerektiği israrlarını kırmayıp, '' Pekala, bir ayda
hastahanede yatalım bakalım '' deyip, 1 ayın sonunda Cedd-i A'lalarına
kavuşmuştur.
13
yaşında '' Kürsi-i Muhammedi '' ye çıkıp elli sene nefes-i kudsisi,
ve eşi bulunmaz eserleriyle, insanlığı aydınlatmıştır. 1947 senesinin
20 Şubat'ında çıkarmaya başladığı '' Hakikat Yolu '' mecmuasında, daha
sonrada 1948'in 22 Mart'ında neşrine başladığı '' İslamiyet '' Gazatesinde
uzun süreler islam dininin azametini sergiledi ve yüz küsür eşsiz eser
bırakarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kaldığı kadar (63)sene bu alemde
kalıp 1322'de İstanbul ufkunda doğan bu hakikat güneşi 12 Rebiü'l-ahır
1389, (8 Temmuz 1968) pazartesi günü arkasında binlerce mahsun gönül
bırakıp, yine İstanbul ufkunda gurup etti. Türbesi İstanbul Silivri
kapı kabristanında Peygamberimizin mübarek torunu Seyyid Nizam Hazretlerinin
cami ve türbesine giden yolun solundadır.
***
Muhterem pederleri Hüseyin Efendi Hazretleri
Samatya yakınında Agahamam mevkiinde Hatuniye camii imamı alim, fazıl
bir zat imiş, vefat ettiğinde muhterem zevcesi Hanife Hanım, 12 yaşına
oğlu Muhammed Şemseddin ve 7 yaşında kızı Emine Makbule Nüzhet. İstiklal
harbine rastlıyan bu yıllarda, yoksulluğun milletimizin üzerine çöktüğü
o günlerde, babaları hasta yatağında iken, ekmegin bile bulunamadığı
bu anda bu muazzam zat okul çantasına kuruyemiş külahlarını doldurup,
daha imkanlı olan subay çocuklarına, onları birer dilim ekmek karşılığında
verip, hergün eve bir çanta ekmek getiriyor. Babası vefat ettiğinde
bir ev alacak kadar ticeretten para biriktirdiğini kendisinden duymuştum.
8-10
yaşlarında, ailesinin maddi yükünü ve hayatı boyunca insanların ma'nevi
yükünüü yüklenen bu zat, babasının vefatından sonra 13 yaşında Hatuniye
Camii'ne imam oluyor. Bu ilk vazifesini üstlendiği hatuniye camii'nin
tarihçesinin muhterem kız kardeşi Nüzhet Hanımefendi şöyle anlattılar
:
'' İstanbul'un Samatya Agahamam semtinde, el emegi göz nuru ile geçimini
temin eden ve sevap yapmayı seven bir hanım saraya meshup bir zatın
yaptırdığı camiye teberruda bulunuyor .
O şahış; ''Lütfen teberruunuzu geri alan, ben yaptırdığım cami'in hayrına
kimsenin hissedar olmasını istemiyorum" deyince, hanım, "
Bir şartla geri alırım, benim içinde bir cami yaptırırsanız" diyor.
Hanım o gece rüyasında, şöyle görüyor: Birisi ona; " Sen neden
başkasına müracaat ediyorsun, bahçenin köşesinde altın gömülü, onu çıkar
bir cami yaptır" der. İşte bu cami o hanım tarafından yaptırılmış
ve Hatuniye Camii adını almıştır.
Bu muhterem hanım da aynı arsanın bir köşesinde medfun imiş. Birinci
Cihan Harbi öncesinde, dış mihrakların tahriki ile, bazı ekalliyet Samatya
semtinde bir baskın düzenleyip birçok vatandaşımızı katlettiğinde; Hüseyin
Efendi Hazretleri bu hadiseden birkaç gün önce rü'yasında bu hanımı
görüyor; " Bu hafta sen cami'e gitme" diyor, böylece o katl-iamdan
kurtuluyor. Maalesef bu kıymetli cami, sonradan bazı kadirbilmez kişiler
tarafından yıktırılmış. "
Babasının vefatından sonra imamete başladığında, 70-80 yaşındaki hocalar,
bu yaşta çocuğun arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı, diye münakaşa
etmişler ve neticede salahiyetli mercilerce " İlmi kabiliyeti varsa
kılınır" diye karar alınmıştır. İşte 13 yaşında kürs-i Muhammediye
çıkan bu zat, yarım asır İstanbul'un meşhur camilerinde vazifesini sürdürmüşdür.
Osmanlı an'anesine göre 4 yaşında ve 4 aylık iken, Besmele merasimi
ile Kur'an-ı Kerim'e başlayıp 5 yaşında hatm ettikten sonra Kocamustafapaşa
ve Davutpaşa'da ilk ve orta tahsilini tamamlayıp zamanının İlahiyat
Fakültesi, İslam Hukuku ve Mimari tahsilini de yapmıştır.
Zaman zaman siyasi çıkarlı çevreler tarafından zorlanmış, meslekdaşlarının
hasedine maruz kalmış, zulme uğramış fakat hiçbir güç O'nu bu ilahi
vazifeyi yerine getirmekten engelleyememiştir.
Nefes-i kudsisi ölü kalbleri diriltirken, kaleminin nuru, her yönü ile
eşsiz eserler meydana getirmiştir. Dünyada hiçbir insan ve hiçbir eser
kalmasa, yeryüzünde hayat yeniden başlasa, O'nun eserleri insanlık alemine
Hz.Muhammed(s.a.v.)'in asrını yeniden yaşatmaya kadirdir.Kerametleri
var mıdır, diye bana sordular, bende derim ki o zatın kendisi mucizedir.
Meşhur hanım veliyye Rabiatü'l-Adeviyye hakkında kendisinden bir kıssa
dinlemiştim:
" Bir gün Dicle nehri kenarında, aynı dönemin meşhur velisi Hasan-ı
Basri, kimsenin olmadığı bir anda, seccadesini nehre serip üzerinde
oturuyor, onu gören Hz. Rabia da başörtüsünü alıp üstüne oturuyor, beraberce
Dicle'nin karşı sahiline geçtiklerinde, Hz. Rabia : " Hasan ! Bu
yaptığımız işmidir sanki, senin altında nehirdeki balık senden hızlı
gidiyor ve sana gülüyordu. Sen keramet göstermek istiyorsan bana meyvanı
göster, kaç gönlü iman nuru ile aydınlattın, kaç gönle Allah sevgisini
koydun ?" diyor.
Evet, o zatdan bu menkibeyi işittikten ve kendisinin binlerce gönlü,aşk-ı
Muhammedi ile aydınlattığını gördükten ve onun külliyatını tanıdıktan
sonra başka hangi kerametinden bahsedilebilir ki ? Mesela, O'nun "
Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam" adlı eseri bütün islam dünyasındaki
fitneleri kaldırmaya ve bütün mezheb ihtilaflarını halletmeye kafidir.
Umumun anladığı ma'nada, pek çok kerametinide gördüm. Kendileri zaruret
olmadıkça keramet izharını sevmedikleri için, onları zikretmekten haya
ederim.
O mukaddes hizmetinde, Rabbine susayan kalblere bol bol ma'rifet ve
muhabbet şarabını sunarken; ecdadının ezeli düşmanı olan şecere-i habiseye,
zamanın Yezid'ine de gereken dersi vermiştir. Her zamanın büyüklerine
yapıldığı gibi, cahil ve hasedçi çevrelerce, elinden imamlık vesikası
alındıktan sonra, bu ilahi vazifeyi 17 sene de "Yüksek Ahlak Derneği"nde
"Ahlak Dersleri" adı ile devam ettirmiş, bugün de bu eşsiz
konferanslar aynı yerde, fennin hizmeti ile, teyp yolu ile devam etmektedir.
Bunu söyledikten sonra, kendilerinin ara sıra okudukları çok güzel bir
şiirin bir beytini yazmadan geçemeyeceğim:
" Suhanver'in eseri bir hayat-ı sanidir.
Giderse dar-ı Fena'dan yine sadası gelir."
Bu
harikulade hayatın bir yönü de beyan ettiği ma'nanın kaidelerine uygun
mükemmel bir tüccar olmasıdır. Büyük dedesi Abdülkadir Geylani Hazretleri
gibi zengin bir zat idi ve ma'nevi vazifesi karşılığı ücret kabul etmezdi.
Cedd-i
a'laları Hz.Muhammed(s.a.v.)'in siretinde olan bu zat-ı alanın çok önemli
bir hususiyeti de, suretinin dahi o zat-ı a'laya benzemesidir. Kendisini
görme şerefine erişenler ve şemail-i Peygamberi'yi bilenler, bunu şeksiz,
şübhesiz tasdik ederler.
Benim
bu aciz beyanım yanında rahmetli büyük şair Muhyeddin Raif Bey'in o
zat hakkında yazdığı şiir, onun harikulade evsafının bir aynasıdır.
"Çok
mudur takdiskarın olsa her zerrem senin
Siretindir Siret-i Peygamber-i Ahirzaman."
Hulasa,
o bir insan-ı ekmel'dir, Burhanullah'tır.
***
Hiçbir siyasi partiye mensub olmamakla
beraber daima sağ'ı tutardı. 1946'da rahmetli Nuri Demirağ'ın ısrarları
ile Milli Kalkınma Partisi'nden, 1950 seçimlerinde de Demokrat Parti'den
müstakil olarak adaylığını koydu ise de, gayesi bilfiil siyasete iştirak
değil, seçim propagandaları sırasında radyodan birkaç cümle ile de olsa
milletine Hakk'ın sesini duyurmaktı. Yine radyoda Kore Şehidlerine okunan
mevlid başta olmak üzere birkaç mevlidin duasını yaptığında, Anadolu'nun
en uzak köşelerinden Batı Trakya'ya kadar Türk'ün ruhundaki iman denizini
öylesine çoşturmuştur ki, o duaları dinliyenler hala unutamazlar.
Siyaset
adamlarımızın, tarihi ve bilhassa Türk tarihini çok iyi bilmeleri gerektiğini
sık sık tekrarlar, siyasilerimizin muvaffakiyetlerinden gurur duyar,
hatalarınıda endişe ile izlerdi. Rahmetli Adnan Menderes'i " Türkiye
bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün
icabları yerine getirilecektir" sözünden dolayı çok sevmiş ve hazin
akibetine de çok üzülmüştür. İslamiyet Gazetesi'nin 151. sayısında,
" Adnan Menderes " başlıklı yazısı, sahib-i kalb olanlara
bir atıyyedir.
İslam'a
olan düşmanlıkları ve tecavüzleri her an takip eder, darbeyi anında
indirirdi. Mesela: Yakovas'ın; " Nurlu Ufuklara " adlı eserinde,
Müslümanlığa, Fatih Sultan Mehmed'e ve Türklüğe yönelttiği hayasızca
hezeyanlara İslamiyet Gazetesi'nde, "Metropolid'e Cevap" adı
altındaki yazılarında (daha sonra kitab olarak çıkmıştır) öyle perişan
etmiştir ki bir gün İstanbul piyasasının sayılı tüccarlarından Yorgo
Çilingiroğlu geldi ve kendilerine şu ricada bulundu: " Efendim,
zat-ı alinize sonsuz saygım vardır bilirsiniz, bu yüzden Hristiyan ekalliyet
beni size elçi olarak gönderdiler. İslamiyet Gazetesi'ndeki " Papaza
Cevap " adlı yazınızı artık kesmenizi rica ediyorlar.. 'Çocuklarımız
dinlerini terk ediyor' diyorlar."
O
zat cevap olarak, " Sayın Çilingiroğlu, bu isteğiniz şahsıma ait
istek olsaydı derhal kabul ederdim. Ama bu iş Allah'ın ve O'nun Resülünün
hukukunun müdafaasıdır, bunu yapamam " dedi.
Aynı
gün Yüksek Ahlak Derneği'nde o zatın konferansını ağlayarak dinleyen
Yorgo Çilingiroğlu giderken elini öptü:" Efendin Hazretleri, şimdiye
kadar Çilingiroğlu'nu kimse ağlatamadı, siz ağlattınız " dedi.
Ve
yine 1951 senesinde Vatan Gazetesi sahibi Ahmet Emin Yalman, neşrettiği
bir yazısında " İslamiyet Gazetesi zehir saçıyor " diyor.
O mübarek zatın 2 Nisan 1951 tarihinde İslamiyet'in 155'inci sayısında
çıkan cevabı yazısından ufak bir bölümü, ehl-i irfan'a arz etmek isterim:
"Tarihin en eski efendisi olan necib
Türk'ün kanı ile sulanan o mübarek toprakları; bir zamanlar Ermeni Cumhuriyeti'ne
peşkeş çeken ve Ahmet Emin Yalman ismine bürünen yaman, bizim yazılarımıza
zehir demiş. Ne kadar doğru, hayatında hiçbir zaman bu kadar doğru konuşmamıştır
desek hata etmiş olmayız. Bizim yazılarımız arza hayat veren Nisan yağmuruna
benzer, o rahmet, arz ile izdivac ettiği vakit sahne-i şühud'da bambaşka
bir tecelli olur. İşte o yağmur, sadef'in ağzına düşerse inci, yılan'ın
ağzına düşerse zehir olur. Evet, bizim yazılarımız Hz. İnsanın kulağına
düşer onun kulağının zemzemi olur, arazi-i kalbiyyesini sularsa, o kalb
aslını bulmak aşkıyle çırpınır, mahluk-ı Huda'ya karşı da rahmetle atar.
Keza yazı ve sözlerimiz, güneşin nuruna düşman, yarasa kuşu tabiatlı,
Şems-i Hakikat-ı Muhammediyye'ye cephe almış kara ruhlu kimselerin kulağına
aktığı vakit küfrünü arttırır, nitekim zavallı Yalman'a da bu yazılar
zehir gelmiştir ..."
Bu
hadiseden sonra Ahmet Emin Yalman'ın: " Gazetecilik hayatımda tek
bir kimse sırtımı yere getirdi, o da maalesef bir din adamı" dediği
söylenir.
"İnsanın
ahmak dostu olacağına akıllı düşmanı olsun" derler. Aynı Ahmet
Emin Yalman, batıdan Müslüman olmak veya Müslümanlık hakkında bilgi
edinmek isteyen bir kimseye tesadüf ederse " Bu hususta tek merci
vardır o da Şemseddin Yeşil Hoca'dır, ona gidiniz" dermiş. Evet,
Şemseddin Yeşil Efendi'nin huzurunda 49 gayr-i müslim İsslam'ı seçmiştir.
Bunlardan birinin hikayesi şöyledir:
Almanya'da mühendislik tahsili yapan bir
Türk genci Hristiyan bir Alman kızı ile evlenir. İmanlı genç, hanımının
da Müslüman olmasını arzu eder. İslam'ı telkin için pek çok yerlere
götürürlerse de kızcağız bir türlü tatmin olmaz. Nihayet birisi "
Siz Şemseddin Yeşil Efendi Hazretlerine gidiniz" deyince o zata
gelirler. Hristiyan kız " Efendim, 25 senedir Hz.İsa'nın muhabbetini
gönlümde taşıyorum, bir anda onu nasıl silip atayım" diyerek ağlayınca,
o zatı, " Kızım, sana İslamı yanlış tanıtmışlar. Hz.İsa'nın muhabbetini
gönlünden atacaksın diye bir şey yok, Müslüman olduktan sonra Hz.İsa'yı
çok daha iyi tanıyacaksın. Bütün peygamberleri tasdik etmeden, sevmeden
hiç kimse Müsliman olamaz" diyerek ve -'ın birçok inceliklerini
kendilerine anlatarak büyük bir huzur ve zevk ile Müslüman olmasını
sağlıyor.
O
mübarek hayatın, en önemli hadiselerinden biri de şudur:
Boğaziçi camilerinin birinde, bir va'zı esnasında kendini dinleyen müsteşrik
bir papaz konuşma bitince ellerine sarılarak: "Efendim, zat-ı alinizden
15 dakikalık bir görüşme rica ediyorum" diyor ve bu buluşmalarında
; kendisinin Arapçayı çok iyi bildiğini, Kur'an-ı Kerim'i tedkik ettiğini,
bütün İsllam alemini gezip en meşhur ulema ile görüştügünü, Kur'an-ı
Kerim'de bir mevzu hakkında kimseden doyurucu cevap alamadığını ifade
ettikten sonra "Zat-ı alinizi dinlerken içimden bir ses bu müşkilimi
ancak sizin halledebileceğinizi söyledi" der.O zat, " buyurun
sorun" deyince, "Kuran-ı Kerim'de Cenab-ı Hak bir ayette,
"emaneti ehlinin gayrına vermeyiniz" diye emrediyor ve İslamın
Peygamberi de " emaneti ehlinin gayrına verirseniz kıyameti bekleyiniz"
buyuruyorlar. Ve sonra başka bir ayette(Ahzab - 72) Cenab-ı Hak; "Allah
emaneti bütün mevcudata arzetti, hukukunu yerine getiremeyiz diye onu
yüklenmekten çekindiler ve onu insan yüklendi çünkü o çok zalim ve çok
cahil idi" diyor. Allah, Allah olduğu halde nasıl olur da emanetini
çok zalim ve çok cahil olana teslim eder ? "
Şimdi,
bu suale o zatın verdiği cevabı yine kendi eserinden nakl edelim: "
Buradaki zulüm, zulm-ü memduhtur, adl'in mukabili olan zulüm değildir,
Cehil de makbul cehildir, ilmin mukabili olan cehil değildir. O insan
ki nefsinin kuvvetli zalimi oldu, Hak ve hakikatin gayrısının da cahili
oldu, emaneti almak hakkına haiz oldu. Demek oluyor ki emanet-i ilahiyye;
nefislerin hayrını ayağının altına alan, Hak ve hakikatten maadasına
cahil olan insanda bulunuyor. Onun için emaneti kalb taşır, zira kalb
mevzi-i nazar-ı Haktır. Sahib-i kalb olanda ancak Hz. İnsan'dır..
Bunun
üzerine o müşteşrik papaz, aldığı cevaptan çok memnun: "Efendim,
evladınız yok mu ?" deyince o zat-ı ala " Henüz evli değilim
" diyorlar. "Hayır, onu demek istemedim, sizin gibi zatların
çocuğu etten, kandan olmaz, eseriniz yok mu ? demek istedim. Bu ilmi
beraber mi götüreceksiniz, beşeriyetin istifadesine sunmayacak mısınız
?" diyor ve eserlerin yazılmasına sebeb oluyor.
Bu
fani alemden, Beka alemine geçtiğinde, bizlere muhterem zevceleri Fikret
Hanımefendi'yi ve Hüseyin Ezan isminde edeb ü vefa ve fazilat timsali
bir evlad bırakmış ve o mübarek zatdan da bugün Muhammed Şemseddin,
Ali Akdes ve Ahmed Seccad isimlerinde erkek evladları ile Fatıma Nur
Hadra isminde bir kız evladı dünyaya gelmiştir.
Hanedan-ı
Ehl-i Beyt-i Mustafa'yı sevmeyen
Esfel-i süfliyyete nadan gelir nadan gider.
Allah
bizleri Resulünden ve evlad-ı Resul'den ayırmasın. Amin
UMRAN SELMAN
Ocak 1995- İstanbul
|