DİN
Cenâb-ı
Hakk'ın ni'metleri nâmütenâhîdir. Fakat bu ni'metlerinin içerisinde
en büyük ni'metidir. Zîra din, bizim nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi
bildirir.
Onu hakkıyla bilen kimse de; Asl'ını, Rabb'isini, Meâd'ını bulmak aşkına
tutulur. Bu aşk ona vazife verir, hilkatdeki gayesini duyurur. O gayeyi
duyan da felâha kavuşur.
İslâm dîni, beşeriyyetin seâdetini tekeffül etdiğinden ve ahlâk ve evsâfın
da en mükemmeli bu dinde bulunduğundan, Eshvb-ı Bâsafâ'nın bütün muameleleri
din üzerine idi.
Ya'ni İslâm dîninin muktezâsı ne ise, onu hem kendilerine, hem kardeşlerine,
hem âlem-i insâniyyete tatbik ederlerdi.
Burada en mühim bir noktayı arzedelim:
İslâm dîni ile kilise dînini bir birlerine karışdırmamak lâzımdır.Zîra
İslâm dîni ile kilise dîni arasında çok fark vardır. Kilise dîninde,
din ile dünya ayrıdır. İslâm dîninde ise din ile dünya ayrı değildir.
Zîra İslâm dîninde dünya, bu görülen mezâhir olarak değil, "insânı,
hak ve hakîkatden alakoyan şey" diye ta'rif edilmişdir. Öyle olmasa
idi, İslâm, ilimlere mevzû, san'atlere model verebilir mi idi ? Medeniyyeti
taklîd edilen yerleri, asırlarca hâkimiyyeti altında tutabilir miydi
?
Gelelim yine mevzû'umuza :
Evet, Sadr-ı İslâm'da, din neyi emretmişse o, nazar-ı dikkate alınır,
onun üzerinde titizlikle durulurdu. Bu böyle bir müddet devam etdi,
fakat sonraları, dînin emirleri rûha hitâb etdiğinden, nefsinin esaretinde
kalanlara pek hoş gelmemeye başladı. Evvelce bizâtihî din nazar-ı dikkatde
tutulurken, bu def'a onun şu'belerine âid şeyler kaaim kılınmak istendi.
Binâen'aleyh din, ma'nâda zaiflemeye başladı. O muhkem i'tikadler gevşedi,
alimlerin amelleri azaldı. Azalınca da âlimler emîrlere uşak oldu.
Bu hâl tecellî edince, dînin her noktası gözetilmez oldu. Yukarıda söylediğim
gibi, din derken istinadlar değişdi, yerine "Vefakârlık" kelimeleri
kaaim oldu. Bu kaaimolunca,yine yekdiğerinin hukukuna tecâvuz olunmuyordu,
fakat, "din bunu îcâbetdirir" denilmiyordu da, "vefakârlık
bunu îcâbetdirir" deniliyordu. Maksad "din" kelimesini
söylememek idi.
Bir müddet de böyle "vefa", "vefakârlık" kelimeleri
sürüp gitdi, fakat "asıl" üzerinde durulmadığından gitgide
bu kelimeler de azaldı, bu kerre "Mürüvvet" ile amel edilmeye
başlandı.
Güzel bir muamele yapıldığı vakit, "dînin emri böyledir" denmiyordu
da, "mürüvveten yapılıyor" deniliyordu.
O da gittikçe azaldı, sıra "Hayâ" kelimesinin kullanılmasına
geldi. "Hayâ" kelimesinin kullanılmasıda gittikçe azaldı,
yerine ne kaldı bilir misiniz: "Rağbet" ve "Rehbet"
kelimeleri. Yani, birisinden bir ümmîdin varsa Hakk'ı tanırsın veyâhud:
Birisinden korkarsan. Demek ki Hakk'ı, Hak için tanımazsın.
Şimdi, bu kelimeler de giderse yerlerini neler alır diye herhalde uzun
uzun düşünmek îcâb eder.
İşte ne vakit ki bir cem'iyyetde bu hâl başgöstermişdir, yıkım başlamış
demekdir.
Hemen Cenâb-ı Hak bize dînin emirlerine samimiyyetle sarılmaklık aşkını
nasîb etsin.
DİN - KUR'AN
Acaba
dünya üzerinde bugün beşeriyyetde niçin tam bir huzur yokdur? Buna tek
bir cevab verilebilir, o da şudur :
Beşeriyyet: Kur'ân'ın, insânın ve cihanın câhili olduğundan.
"İlme: Hayat, cehle: Mevt" diyen bir dînin hakîkati lâyıkı
ile anlaşılmak istenmediğindenç
Bunu isbât için şu kadar bir hareket kâfidir.
Bu büyük kitâbın karşısında evvelâ kendimizi tutalım; bir o Kur'ân-ı
Mübîn'e bakalım, bir de kendimize bakalım :
O kitâb-ı celîl: "Ben bütün âlemlere şifâ ve rahmet olarak gelen
bir kitâbım" diye sayha etdiği hâlde, biz ise onu ekseriya mezar
başlarında ölüler için okunduğu vakit dinleriz.
Niçin ?
Şübhe mi var ? Yukarıda da söylediğim gibi: Kur'an'ın, insânın ve cihânın
câhili olduğumuz için.
Biz her şeyden önce Kur'an'ı, insânı ve cihânı anlamadıkça hakkıyle
teâli ve terakki edemeyiz.
Âşikâr soralım: O büyük kitab hiçbir yerinde insân ve cihân terakkisi
için bir had, bir vakfe göstermiş midir?
Haddi, vakfeyi şöyle bir tarafa bırakalım; insanların; anladıklarının,
bildiklerinin, ma'rifet ve san'at nâmına yapabildiklerinin daima az
olduğunu apaşikâr i'lân etmişdir.
Yeryüzünde vâris ve hâkim olacakların, ancak yer üzerinin ma'murluğuna
salâh ile çalışabilenler olabileceğini o kitab i'lân etmişdir. Ne i'lân
etmişsede öyle olmuşdur. Çünki onun hükmü kıyâmete kadar bâkîdir.
Kur'an bize yerdeki, semâvâtdaki her şey'in emrimize musahhar olduğunu
i'lân eder.
O böyle söylerken, ilm ve fen sâyesinde bu teshir usûlünü bulmak, dağa,
taşa, havaya, suya, hulâsa her şey'e söz geçirmek yolunu elde etmek
bize farz değil midir?
Artık Kur'ân-ı Mübîn'i gözümüzü kapayarak değil de, gözümüzü açarak,
O'nun ka'rına huşû ve hudû ile dalarak, sadrına iç kulağımızı koyarak
dinliyelim. Dinliyelim de cihad ve takvâ kanadları ile uçalım.
Kur'ân'ı anladığımız kadar takvâmız, cihânı anladığımız kadar çalışmamız,
sihâdımız olsun. Zîra Kur'ân ve insan, insan ve cihân birbirinden ayırd
edilmez.
|