CENNET
VE CEHENNEM
Semâvâtın
(dünyanın semâsı ile karıştırılmamalıdır.) fevkinde, Arş'ın tahtında
yaradılmış, el'an mevcûd birer büyük âlem olup, Cennet süedâya, Cehennem
de eşkıyâya ayrılmış birer yurddur.
Maddî, ma'nevî mevcûd olup, göz ile görülmemeleri, el ile tutulmaları
da mümkündür.
Evet Cennet, Cehennem mevzû'u, söylediğimiz gibi: Semâvâtın fevkınde,
Arş'ın tahtında mahlûk ve mevcûd, ma'nen ve maddeten hissedilmesi mümkündür.
Bir de: Hududsuz bir varlık olan, eşref-i mahlûkat bulunan insânın kendi
iklîm-i vücûdünde bulunan Cennet ve Cahîm'den de bir nebze bahsedelim:
Kalbde gizli envâr vardır, fakat doğmuş güneş gibi de parlakdır. Hakk'ın
tecelliyât-ı sübhâniyyesi de orayadır.
Kalbde bir takım kuvvetler vardır.. Cenâb-ı Hakk'ın o kuvvetlerdeki
sun'ı celîlinde muhtevî kıldığı esrârı, ancak makam-ı insâniyyetde tekâmül
etmiş hazret-i insandan başkası bilemez.
O kuvvetler mahlûk olmakla beraber tecellî-i Hakk'ın mir'âtıdır.Hükümde
uzak olsa da ma'nen en yakîndir.
O kuvvetlerin aczi, mahlûk olduğundan dolayıdır.
Zâhir hâline nazaran türlü türlü kederlere ma'rûz olan insâna o kuvvetler
ferah bahşeder.
Şimdi: Her akıl sâhibi için o kuvvetlerin ziynetine mağrûr olmamak ve
onlara hırs ile dalmamak lâzımdır. Eğer bu kuvvetler memâtdan müberra
olarak hayât ile mahlûk olsalardı, sen onları görmeye de kaadir olurdun.
O kuvvetler insanlara hem muttasıl, hem de insanlardan münfasıldır.
Bu mevzû'un nefisde olan lübbü, sadefdeki inci gibidir. Lâyıkı ile ta'rîfi;
söze değil, hâle bağlıdır. Fakat bir hakikat anlamaklık gayesini taşıyan
kimse için maksad güneş gibi parlakdır.
Cennet ve Cehennem hakkında biraz daha geniş konuşayım: Cennet: Her
kerîm ve her şerîf olanın mahallidir.
Cennetlere bâis-i hilkat olan kısım, Hakk'ın Mennân isminin manzûrudur.
Hakk'ın Kaahir isminin manzûru olan Cehennem: Cenâb-ı Hakk'ın mağfiret
tecellîsinin sırrı içindir.
Burada bir incelik söylemeden geçemiyeceğim:
Gaafir olan Hak, Cehennem'i setreder. Ve neticede ehl-i nârın âkıbeti
başka bir hâle müncer olur. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz Cehennem'den
haber verirlerken:
"Kaadir, Cebbâr, Cehennem
üzerine bir tecellî-i sübhânîde bulunduğu zaman, Cehennem "yeter,
yeter ..." diye yalvarmaya başlar, yerinde maydanoz otu biter"
buyurmuşlardır.
Bu Emr-i Ahmedî'nin sırrı
şudur:
Allahü Teâlâ, ehl-i nâr için azâbı
yaratdığı gibi, onlara azâba tehammüle vesîle olacak kudreti de yaratmışdır.
Eğer böyle olmasa; ehl-i nârın helâk olarak mün'adim olması ve dolayısı
ile de müsterih olmaları lâzım gelirdi.
Binâen'aleyh Allahü Teâlâ ehl-i nâr için; kendilerinin çekeceği azâbı,
tehammüle bâis olacak kuvveti ihsân etmesi, hikmet-i sübhânîsindendir.
İşte o kuvvet sebebi ile Cenâb-ı Hakk'ın ikabını tadarlar ve çekerler.
Kur'ân-ı Mübîn'de:
(Küllemâ nadıcet cülûdühüm beddelnâhüm
cülûden ğayrehâ liyezûkul azâb) buyurulmuşdur.
"Ehl-i nâr'ın derileri yanmakla pişip bitdiği zaman azâbı tekrar
tadsınlar diye derilerini değiştiririz" demekdir.
Nazm-ı Kerîm; kuvvet-i hilkatin teceddüdüdünğ gösteriyor. Allahü Teâlâ'nın,
ehl-i nâr'ın derilerini tebdîl etmesiyle kendilerine: "Söyle, şöyle
yeni azâb geliyor" diye söylenirler.
İşte bunu; azâbı tehammüle kabiliyyeti olan kuvvetin kendilerinde yeni
zuhûrundan dolayı hissederler.Cenâb-ı Hak onlarda yeni kuvveti halketdiği
zaman o kuvvetle azâba tehammül ederek kendilerinde azâb devâm eder..
Ehl-i Nâr'ın nefislerinde böyle bir keşfin vuku'u, onlara karşı azâb
tebşîri mesâbesindedir.
Ehl-i Cennet de böyledir. Onlar da; naîmin vuku'undan evvel vuku' bulacağı
beşâiri lie tebşîr olunurlar.
İşte şu şekilde meşruh olunan ehl-i nârdan azâbın biri zâil, biri vâsıl
olması ile kendilerinde hâsıl olan kuvvetden evvelki kuvvetleri zâil
olmaz. Çünki o kuvvet mevhubdur. Allah ise hibesinden rücu' etmez.
Hâlbuki onlara nâzil olan azâb, yed-i kahr-ı ilâhî ile nâzildir. Allahü
Teâlâ onu ref'ederek yerine başkasını ikame edebilir.
İşte bu suretle kendilerindeki kuvvetlerin teâkubu ile kuvve-i ilâhiyyeye
nâil olurlar, kendilerinde kuvve-i ilâhiyye zâhir olunca, Kaadir ü Cebbâr
olan Allah, Cehennem'e: tecellî-i lûtf-ı sübhânîsi ile tecellî ederek
onun lütfuna nâil olurlar. Çünki bir kimse sıfat-ı ilâhiyyeye nâil oldukdan
sonra o kimsenin tekrar şekavete düşmesine imkan yokdur.
Dikkat edelim :
Her şeyde sebeb-i vuslat münasebetdir.
Bu hikmete mebnîdir ki; ehl-i nâr'da kuvve-i ilâhiyye hâsıl olunca;
hâdisat ve tasavvuratdan münezzeh, her şey'inde kayyûmiyyet-i zâtiyyesi
meşhûd olan Kaadir ü Cebbâr, derhal Kadem-i Sübhânîsini ateş üzerine
vaz'eder ve ateş zillet-i hudu' gösterir: "Aman Yarabbi! Yeter
yeter !.." diye niyâz eder ve zâil olur.
Şunu da bilmek lâzımdır ki:
Nâr, vücûdde asliyle değildir. Onun için nihâyetü'l-emr zâil olmuşdur.
Biraz daha açalım: Nâr'a bâis-i hilkat olan sıfat, mesbuk bil'ademdir.
(Sebekat rahmetî gadabı): " Rahmetim gadabımı sebketmişdir"
onun delîlidir.
Şimdi: Sabık olan râhmet asıl, mebsûk olan gadab da fer'dir.
Apaşikâr görülüyor ki: Rahmet asıl olduğu için varlığın evvelinden âhirine
kadar mümted oluyor.
|